Malumdur ki İmam Gazâlî, muhteşem bir giriş yazısının ardından ele aldığı ilk konu İlim başlığıdır. Mukaddimesini okuyan biri, aslında kitabın ana fikrini ve gayesini anlamış olur. Akide bölümünden önce ilim konusunu ele alması, onun bilgiye atfettiği önemi gösterir. İman ancak bilgi üzerine bina edilebilir; bir insanın bilmediği bir şeye iman etmesi söz konusu olamaz.
Mülayim Sadık Kul

Besmele, hamdele ve salveleden sonra,
İmam Gazâlî ile başladığımız İnsicam yazıları, araya giren güncel konular sebebiyle yön değiştirerek inkıtaya uğramış oldu. Bu vazifemizi yerine getirmek adına, güncel konuları erbabına bırakarak tekrar kaldığımız yerden devam etmek istiyoruz. Bazen şartların zorlamasıyla kendi kulvarımızdan çıkmış gibi olsak da netice itibariyle hepimizin gayesi, kulluğumuzun gereğini bir nebze de olsa bu yolla yerine getirmiş olmaktır.
Bu son cümle, Gazâlî tefekkürünün ve din anlayışının en temel umdelerinden birisidir. Muhalled eseri İhya’nın adı da körleşen bu kulluk bilincinin yeniden harlanmasına matuftur. Bu niyazla, yeniden büyük İmam’ın ilim ve irfan deryasına dalarak, yazdıkları ve tespit ettikleri üzerinden onun düşünce dünyasında karınca kararınca bir yolculuğa çıkmak istiyorum. Bunu yaparken de büyük ölçüde İhya’sında temel aldığı sistematiğe ve konu seçimine bağlı kalmayı niyet ediyorum. İnsicam devam ettiği sürece, imkân dahilinde Gazâlî ile birlikteliğimiz de devam edecek. Niyetimiz, yüzyıllardır tüketilemeyen Gazâlî hikmet ve tefekkür dünyasına aynalık yapacak küçük bir katkı sunabilmektir.
Malumdur ki İmam Gazâlî, muhteşem bir giriş yazısının ardından ele aldığı ilk konu İlim başlığıdır. Mukaddimesini okuyan biri, aslında kitabın ana fikrini ve gayesini anlamış olur. Akide bölümünden önce ilim konusunu ele alması, onun bilgiye atfettiği önemi gösterir. İman ancak bilgi üzerine bina edilebilir; bir insanın bilmediği bir şeye iman etmesi söz konusu olamaz.
Kur’an’ın imanla ilgili ön şartı, vahyin başlangıcı olan “Oku!” emri ve tevhid’in başına getirilen “Bil, Öğren!” fermanıyla ilim olarak tespit edilmiştir. “Bil ki, Allah’tan başka ilah yoktur gerçek İlah olarak ancak Allah vardır!” (Muhammed, 19) emr-i ilâhîsi önce bilmeyi ve akabinde de o bildiğimize iman etmeyi emreder. İmanın ve Allah’ın rahmetinden pay sahibi olmanın olmazsa olmaz şartı ilimdir. Kur’an’- da ilimden bahseden ayetlere baktığımızda, ilmin genellikle ilâhî rahmetle bağlantılı olarak zikredilmesinin tesadüfî olmadığı görülür. Zira ilim, ancak bu rahmetin tecellisiyle mümkündür. Bu ilâhî rahmetten nasibi olmayanların gerçek manada ilimden ve irfandan da nasipleri yoktur.
Biz de yazımıza yine ilim konusuyla başlamak istiyoruz. Bu konuda daha önce ele aldıklarımızı tekrar etmemeye ve yazımızın başlığına sadık kalmaya gayret edeceğiz. Buna rağmen, İmam Gazâlî’nin ilim bağlamında öncelikli olarak hangi konulara yer verdiğini kısada olsa bilmekte fayda var. İlk ele aldığı konu, ilmin; ilim öğrenmenin ve öğretmenin fazileti hakkındadır.
Konuları ele alırken takip ettiği yöntem neredeyse her başlık altında aynıdır. Önce Kur’an’ın konuya bakışıyla başlayıp, Peygamber Efendimiz’in hadisleriyle meseleyi daha da netleştirir. Daha sonra sahabeden başlayarak önde gelen âlim ve âriflerin konu hakkında söylediklerine yer verir. Son olarak da bu kaynakları esas alarak konu hakkında yaptığı tespitleri ve sorumlulukları kendine has üslubuyla neticelendirir.
Yedi bölümde ele aldığı İlim kitabının ikinci konusu, farz-ı ayn ve farz-ı kifaye olan ilimlerdir. Dinle alakalı ilimlerden özellikle fıkıh ve kelam ilmine dikkat çekerek, bunların tarifi ve muhtevaları hakkında açıklamalarda bulunur. Ahiret ve Dünya İlmi başlığı altında, bize ebedi alemde fayda verecek bilgilerle bu dünyada ihtiyacımız olan bilgiler arasında ayrım yapar. Devamında, bunlardan hangisinin öncelenmesi gerektiği ve gerekçeleri hakkında tafsilatlı bilgi verir.
Üçüncü başlıkta çok enteresan bir konuyu ele alır: Halkın dinî ilimlerden olduğunu zannettiği halde aslında öyle olmayan ilim dallarından bahseder. Özellikle de zemmedilerek kötülenmiş (mezmûm) ilmin ne olduğu hakkında bilgi verir. Bir bilginin ne zaman faydalı bilgi olmaktan çıkarak zararlı ve dinen sakıncalı bir bilgi haline geldiğini açıklar. Bu durumun bazen bilginin bizatihi kendisiyle değil, sahibine verdiği zarardan alakalı olabileceğini tespit eder. Yani haddizatında faydalı olan bir bilgi, sonuç itibariyle ebedi saadetin değil de ebedi bedbahtlığın kaynağı olabilir.
Dördüncü bölümde ise cedel ve münazara ilminin tehlike ve fitnelerinden bahseder. İnsanların neden bu ilimlere ilgi duyduklarını tahlil ederek, bunun netice itibariyle muhtemel zararlarına dikkat çeker.
Beşinci bölüm, belki de bu kitabın güncel anlamda en kıymetli konularından biri olan, âlimde ve ilim talebesinde olması gereken vasıf ve âdâbtan bahseder. İlim talebesinin sahip olması gereken özellikleri on vazife başlığı altında özetlerken, ulemada olması gerekenleri sekiz başlık altında açıklar.
Altıncı başlığı, ilimden kaynaklanabilecek ve ulemanın düşebileceği fitne ve tehlikelere ayırır. Bu bölümde, özellikle alimleri iyi ve kötü âlimler olarak kategorize ederek, bu iki farklı sınıfın özelliklerine dikkat çeker.
İlim kitabında ele aldığı diğer önemli bir konu ise akıl kavramıdır. Aklın ne anlama geldiğini açıkladıktan sonra, fazileti ve çeşitleri hakkında geniş bilgi verir. Bu konuda yine yukarıda haber verdiğimiz sistematikle (Kur’an, Sünnet vd.) kaynaklarımızda akıl konusunda yapılan tespitleri tek tek gözden geçirir.
İmam Gazâlî’nin ele aldığı her başlık, mutlaka ilim konusunda bilinmesi gereken çok kıymetli bir prensibe işaret eder. Bugün içinde yaşadığımız birçok sıkıntının cevabını, bu bilgilerin ele alındığı satır aralarında bulmak mümkündür. Biz böyle bir girişten sonra, asıl kavramlar konusuna geçmek istiyoruz. Gazâlî’nin bu kavramları, özellikle övülen ve yerilen ilimler başlığı altında incelemesi dikkat çekicidir. Ona göre seçilen bu kavramlar, örnek olarak serdedilmiştir. Bu örneklerden hareketle, zaman içinde diğer kavramların da nasıl muhteva ve anlam kaymasına maruz kaldıkları anlaşılabilir.
İmam Gazâlî, bu değerlendirmesinde özellikle beş kavrama yer verir: Fıkıh, ilim, tevhid, zikir – tezkir ve son olarak da hikmet kelimesini tahlil eder. Temel iddiası, bu kavramların kendi yaşadığı döneminde artık asıl mana ve muhtevasından uzaklaşmış olduğudur. Peygamber Efendimiz, ashabı ve selef-i salih dediğimiz ilk dönem âlimlerinin bu kelimeleri kullanırken kastettikleri manalar -tabiri caizse- içleri boşaltılarak ruhsuz bırakılmıştır. Biz de büyük İmam’ın tespitleri çerçevesinde bu kavramların nasıl bir anlam kaymasına uğradıklarını birlikte anlamaya çalışacağız.
Fıkıh: İmam Gazâlî’ye göre fıkıh kelimesi, muhteva olarak tamamen başka bir manaya taşınmasa da içeriği daraltılmıştır. Yani, daha umumi bir manada kullanılırken daha özel dar bir manaya mahkûm edilmiştir. Ona göre, fıkıh kavramı ilk asırda ahiret yolunu gösteren ilim anlamında kullanılmaktaydı. Yani fıkıh ilmi denildiğinde: amelleri ifsat eden, nefsin fitnelerinin inceliklerini bildiren, dünyanın değersizliği karşılığında ahiret nimetlerinin daha hayırlı ve kalıcı olduğunu kavramaya yarayan ve sonuç itibariyle bütün bu sebeplerle kalbi haşyetle dolduran bir muhteva akla gelmekteydi. Oysa Gazâlî’nin yaşadığı beşinci hicrî asırda, daha çok fürû ilmi ve fetva inceliklerini bilme anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Fakih denildiğinde ise artık, fıkhî hükümlerin illetlerini en ince noktasına kadar bilen, bu konuda yapılan tartışmalara vakıf bir kimse anlaşılmaktadır.
İmam Gazâlî buna Kur’an’dan pek çok ayeti delil ve örnek gösterir. Bunlardan bir tanesi, “Onların kalpleri var, fakat bununla gerçeği anlamazlar!” ayetidir. (A’râf 7/179) Ona göre, bu ayette anlamadıkları yani tafakkuh etmedikleri kelimesiyle kastedilen şey imanî manalar/derinlikler olup kesinlikle fetva meseleleri değildir.
Bu konuda delil getirdiği diğer bir ayeti kerime ise, bir kısım Müslümanların savaşa katılmayarak dinde ilim (fıkıh/tafakkuh) sahibi olarak mücahitler savaştan geri döndüklerinde onları uyarmalarını emreden fermân-ı ilâhîsidir: “Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir gurup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.” (Tevbe 9/129) İmam Gazâlî, uyarı (inzar) ve korkutmanın kendisiyle gerçekleşeceği öğrenilmesi emredilen fıkıh ilminin işte bu muhtevadaki ilim olduğunu söyler. Yoksa fıkhın, fürû ilmine ait talak, ticaret gibi konular olmadığının bu ayetten anlaşıldığını hatırlatır. Zira bu konuların uyarı ve korkutmayla hiçbir alakası yoktur. Özetle, fıkıh zamanla manası daraltılarak sadece günlük hayata bakan fetva konularını içeren bir kavrama dönüşmüştür. Oysaki fıkhın asıl gayesi, ebedi mutluluğu elde etmenin yolunu göstermesidir.
İlim: Huccetü’l-İslam’a göre, ilim kelimesi ilk neslin kullanımında Allah’ı, ayetlerini, O’nun kulları ve diğer tüm yarattıkları üzerindeki tasarruflarını anlamında kullanılmaktaydı. Sonraki nesiller ise ilmin manasını, ilmi münazara ve fıkhi konuları iyi bilmeye hasrettiler. Bu konularda mahir olanları da gerçek âlim, ilmin önde gidenlerinden ilan ettiler. Ona göre, ilim kavramını, fıkıh kelimesinde olduğu gibi daha geniş anlamda ele almak gerekirken zamanla dar bir manaya hapsettiler.
İlim kelimesinin ilk dönemlerde daha çok Allah’ı bilmek anlamında kullanıldığına delil olarak da İbn Mesud Hazretlerinin, Hz. Ömer (r.a.) vefat ettiğinde söylediği şu sözü nakleder: “Kesinlikle İlmin onda dokuzu (onunla birlikte) ölmüştür!” Zira ölenin büyüklüğü, Allah’ı bilmesi ve imanının kemal noktasında ihsan ve takva üzerine olmasıyla alakalıydı.
Tevhid: Bu bağlamda, İmam Gazâlî’nin tahlil ettiği diğer önemli bir kavram, Tevhid kelimesidir. Bu kavramın, kelam (konuşma) sanatı ve mücadele metodunu bilme anlamında kullanıldığını söyleyerek eleştirir. Kavram, gerçek anlamından çıkartılarak, tartışılan hasmın delillerinin en güzel şekilde çürütülmesi, sorular ve mantık oyunlarıyla rakibin iddiaları hakkında şüpheler oluşturarak ilzam edilmesi anlamına kullanılmaktadır. Hatta birilerinin kendilerini Tevhid ve adalet ehli olarak ilan etmelerini eleştirir. Kendilerini Tevhid uleması, mütekellimler (kelamcılar) olarak isimlendirmelerini de yanlış bulur. Huccetü’l-İslam’ın bu ifadelerle eleştirdiği taifenin, itizal mezhebini savunanlar olduğu aşikardır. Oysaki ilk asırda, Tevhid kavramı hakkında bu tür bir bilginin bilinmediği gibi, böyle bir cedelî tartışmaya girilmesinin de o dönem âlimleri tarafından tenkit edildiğini tespit eder.
Huccetü’l-İslam, ilk asırda Tevhid denildiğinde, her şeyin Allah’ın kudretiyle gerçekleştiğinin kastedildiğini, bu mananın ise kendilerini kelamcı diye isimlendiren pek çok kişi tarafından doğru anlaşılmadığını söyler. İlk dönem âlimleri, hayır ve şer adına ne varsa her şeyi tüm esbab ve vasıtalardan bağımsız olarak Allah’ın yarattığına inanırlardı.
İmam Gazâlî, Tevhid kavramını iki kabuklu değerli bir cevhere benzetir. İnsanlar, asıl cevheri korumak yerine onu ihmal ederek Tevhid’i kabuklarıyla adlandırma yoluna gitmişlerdir. Birinci kabuk, dil ile “Lâ ilâhe illalâh/Allah’tan başka ilah yoktur!” demektir. Teslis ve diğer batıl inançları reddetmek anlamında bu şehadete Tevhid denilmiştir. Ona göre ikinci kabuk, bu şehadeti lisanıyla ikrar eden kişinin gönlünde bu söze muhalif herhangi bir düşünce barındırmaksızın tasdik etmesidir. Bu, İmam Gazâlî’ye göre sıradan insanların yani avâmın Tevhid anlayışıdır. Tevhidin gerçek manası ise kişinin tüm ilişki ve sebeplerden âzâde olarak her şeyin Allah’tan geldiğine inanması ve kulluğunu da sadece o Allah’a has kılmasıdır. Gerçek Tevhid budur.
Zikir ve Tezkîr (Hatırlama ve Hatırlatma): İmam Gazâlî’ye göre, maalesef bu kavram da olması gerektiği manadan farklı bir muhtevayla anlaşılmaktadır. Kur’an’da Allah, “(Ey Habibim!) Hatırlat! Zira hatırlatmak iman edenlere fayda verir!” buyurmaktadır. Yine bu bağlamda zikir meclislerini öven ve müjdeleyen hadislere yer verir İmam Gazâlî. Mesela zikir meclislerini cennet bahçeleri olarak vasfeden hadis bunlardan bir tanesidir. Efendimiz (s.a.v.): “Cennet bahçelerine uğradığınız zaman onlardan istifade edin.” buyurdular. Ashab-ı Kiram da Cennet bahçeleri nerelerdir, Ya Resulallah?” dediler. Efendimiz (s.a.v) de: “Zikir halkalarıdır.” buyurdu. (Tirmizî, A. b. Hanbel, Müsned)
İmam Gazâlî’nin bu konuda zikrettiği meşhur bir hadis ise, zikir meclislerini tespit eden melekler hakkındadır. Buhârî ve Müslim’in, Ebu Hureyre (r.a.)’dan rivayet ettikleri uzun bir hadisin başlangıcı şöyledir: “Allah Teâlâ’nın, diğer meleklerden ayrı, sadece zikir meclislerini arayıp tespit etmek üzere dolaşan melekleri vardır. Allah’ın zikredildiği bir meclis buldular mı, o kimselerin aralarına otururlar ve diğer melekleri oraya çağırarak cemaatin arasındaki boş yerleri ve oradan dünya semasına kadar olan mesafeyi kanatlarıyla doldururlar. Zikredenler dağılınca onlar da semâya çıkarlar…” Bu hadisin sonunda, bu meclisin içinde aslında bu topluluğa ait olmayan bir günahkâr kulun da bu meclis vesilesiyle affolunduğu müjdelenir.
Bu bilgileri paylaştıktan sonra, büyük İmam, kendi yaşadığı dönemdeki vaizlerin ise insanların hoşuna gidecek hikayeler, şiirler, sufilerin şatahatları ve aslında dinde olmayan şeylerden bahsederek zikrin ve tezkirin gereğinin yerine getirilmediğinden şikâyet eder. Bu kavramlar da asıl manalarından koparılarak, Allah’ı hatırlatmak yerine insanların gönlünü hoş etmeye yarayacak şeylere isim kılınmıştır. Hikayelerden kastının, Kur’an’da zikredilen ibret alınacak kıssalar olmadığını ve şiirlerin çoğunun da Kur’an’ın da şehadetiyle ham hayalden öte geçmeyen ve Peygamber öğretisiyle uyuşmayan içeriklere sahip olduğunu söyler. Şatahât ise tasavvuf ilminde, şeriatın sınırlarını zorlayan ve aslında halkın din anlayışına zarar veren söz ve davranışlardır.
Hikmet: Gazâlî Hazretlerinin tahlil ettiği son kelime, hikmet kavramıdır. Hikmet sahibi anlamının da asıl manası, bilge kişi olan hakîm kelimesinin, artık tabip, müneccim ve şair manasında kullanılarak gerçek anlamının bozulduğuna işaret eder. Oysaki hikmet kavramı, Allah’ın (c.c.) kelamı kadiminde övdüğü kelimelerden bir tanesidir. “Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir.” (Bakara 2/269) Hikmet konusunda zikrettiği delillerden birisi de Peygamber Efendimiz’in şu hadisi şerifidir: “Bir kimsenin hikmetten bir kelime öğrenmesi kendisi için dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır!”
Hikmet, İmam Gazâlî’nin anlayışında ilimden daha üstündür. İlim ve amelin birleşmesi anlamındadır. Bu manada, İbn Kuteybe’nin sözü meseleye açıklık getirir: “İlim ve ameli kendisinde cem etmeyen bir kimse bilge (hikmet sahibi) olamaz.”
Dolayısıyla, İmam Gazâlî’nin burada ele aldığı kavramların her biri, birbirini gerektiren ve tamamlayan bir bilince işaret eder. Hepsi de muhteva olarak, bize Allah’ı ve sorumluluklarımızı hatırlatan kavramlardır. Bunların bu manalardan soyutlanarak daha farklı anlamlara taşınması, dinin özünün yanlış anlaşılması ve sonuç itibariyle asıl ruhun ve maneviyatın kaybedilmesi demektir. Bu sebeple, İmam Gazâlî’nin bu babda son uyarısı, asla gerçek ilim sahibi olmayan dünyalık peşinde koşan şerli ulemanın aldatmalarına kanılmaması yönündedir. Onların dine verdikleri zararın , lanetlenmiş şeytanların verdiği zarardan daha tehlikeli/şerli olduğu kanaatindedir.
Demek ki, kavramlar aynı zamanda bizim din anlayışımızın da temel yapı taşlarıdır. Bu kavramları, bu dinin Sahibi ve Mübelliği’nin vazettiği şekilde anlamadığımızda, dindarlık ve kulluğumuzun da ne bu dünya da ne de ahirette bir anlamı/faydası olmayacaktır. Bu sebeple, din anlayışımızı ve hayata bakışımızı oluşturan/dizayn eden kelime ve kavramları doğru öğrenmek, her Müslümanın aslî sorumluluğudur. Toplumların kendi dini kimliklerini muhafazası da ancak dillerini ve kavramlarını korumalarıyla mümkündür. Dolayısıyla, dili korumak bir anlamda dini korumak demektir.
“Kur’an’ı biz indirdik ve onu yine biz koruyacağız!” ayeti de dinin dil ile birlikte korunmasına işaret eden güzel bir örnek olsa gerektir.