Hatıralarımda Ahmet Tahir Satoğlu Hocam

Hocamızla çok sohbet etme fırsatı buldum. Bu fırsatları da Allah’ın bana bahşettiği büyük lütuflardan biri olarak görüyorum. Hayatımın rotasını çizmemde ve istikamet belirleme çabamda çok büyük etkileri oldu. Muayenesinde hastası ve ziyaretçisi yoksa çoğunlukla hadis okurdu.

Baki CAN

Dr., Ege Üniversitesi E. Öğretim Üyesi

Ahmet Hocamla Ege Üniversitesinde yüksek lisans yaparken 1984’te tanıştım. Ben tanıştığımda üniversiteden ayrılmıştı. Özel muayenehanesi vardı. İzmir Konak’ta Vatan İşhanı’ndaydı. Ortalama haftada iki defa uğrardım yanına. Her bir sohbetimiz bir saatten fazla sürerdi. 1996’da hocamızın evinin bulunduğu semte taşındım. O tarihten itibaren muayenehanesindeki sohbetlerimizin ardından mahalleye de aynı otobüsle birlikte giderdik. Pazar günleri öğle namazımızı mescitte kıldıktan sonra ayakta öyle sohbetlere dalardık ki, ikindi ezanına yarım saat civarı kalıverirdi.

Son yıllarda muayenehaneyi kapatmıştı. Hatta birkaç yıl önce vakit namazlarına gidemez olmuştu. Üç genç arkadaş, kendisini tekerlekli sandalye ile Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camii’ne cuma namazına götürür getirirlerdi. Son yıllarda, rahatsız etmemek için karşıdan bile olsa sırf yüzünü görmek için o camiye gitmeye çalışıyordum. Şunu net olarak söyleyebilirim ki, yüzünü uzaktan görüp uzaktan selam verdiğim zamanlarda bile vücudumda ve ruhumda öyle bir rahatlama hissederdim ki tarifi mümkün değil. O halimi gören eşim, “Ahmet Hoca’yla görüşmüşsün, belli oluyor halinden,” derdi.

Hocamızla çok sohbet etme fırsatı buldum. Bu fırsatları da Allah’ın bana bahşettiği büyük lütuflardan biri olarak görüyorum. Hayatımın rotasını çizmemde ve istikamet belirleme çabamda çok büyük etkileri oldu. Muayenesinde hastası ve ziyaretçisi yoksa çoğunlukla hadis okurdu. Hastaları çok yoğun olmazdı. Aynı anda bekleme salonunda birden fazla hastanın sıra beklediği nadirdir. Hiç hastasının veya ziyaretçisinin olmadığı zamanlar da olurdu. Saat beşten sonraya randevu yazdırmazdı; akşam 5 ve 6 saatleri arasını telefonla kendisini arayan hastalarına ve ziyaretçilerine ayırırdı. Bu zamanı kitap okuyarak değerlendirirdi. Genellikle de Kütüb-i Sitte’den hadis okurdu. Bir de siyasal tarihe meraklıydı, özellikle de Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yılları. Öğle ve ikindi namazlarını Kemeraltı Camii’nde cemaatle kılmaya gayret ederdi. Camiye gider gelirken de yolunun üzerindeki Anadolu Dağıtım Kitabevi’ne uğrar, yeni bir kitap geldi mi araştırır, alır ve okurdu. Kafasına takılan konularda bilginin kaynağına gitmek isterdi. Türkiye’de yazılıp söylenmesi pek uygun görünmeyen bir bilginin, İngiltere’de yayımlanan bir kitapta bir cümle halinde bulunduğunu öğrenince o kitabı getirtmişti. Ben de benzer bir konuda bir bilginin, Almanya’da yayımlanan bir dergide bulunduğunu öğrenip getirtip kendisine gösterdiğimde çok mutlu olmuştu. Kendi aramızda paylaştığımız “siyasal mahrem” denilecek konuları başkalarının yanında açmamamı isterdi.

ABD Houston’da yaşadığı bir hatırasını anlatmıştı bir gün. Şöyle ki: Görev yaptığı hastaneye bir gün bir sigortacı gelmiş, hocayı sigortalamak için her türlü pazarlama tekniklerini uyguluyormuş, hoca da bir türlü sigortalanmak istemiyormuş. Sonunda akşam okuduğu bir hadis gelmiş aklına: “Sadaka, gelecek belaları def eder.” mealindeki. Sigortacıya; “Kaza, hastalık vb. önleyecek bir sistemin varsa onu söyle,” demiş.

Tam bir nezaket timsaliydi. Daha önce kendisini hiç görmemiş, hatta kim olduğu ile ilgili en ufak bir bilgisi olmayan insanların “Ne kadar kibar bir beyefendi,” dediklerini duydum. Muayenehanesine belediye otobüsüyle gidip geliyordu. Pazar günleri hariç, sabah 10’da Akevler otobüs durağında olurdu. Akşam da Konak’tan 18:00 otobüsü ile evine dönerdi. Ensesini örten kır saçları ve sakalının beyazlarının nispeten fazla olması yaşını belli ediyordu. Oturacak yer kalmadığında kendisine yer verilmesini, ne kadar ısrar edilirse edilsin asla kabul etmezdi. Hatta kendisi oturduğu zamanlarda kalabalığın içinde sıkışmış bir bayan görse, yaşça kendinden daha küçük bile olsa hemen yer verirdi.

Bir gün hasta ziyaretine gidiyorduk, arabayı ben kullanıyordum. İnönü Caddesi’nde çalışmalar olduğu için trafiği yan yönlere yönlendiriyorlardı. Biz de mecburen yan yola girdik. Ne tarafa doğru gideceğimi de kestiremiyordum. Kaldırımda yürüyen bir beyefendiye seslendim: “Afedersiniz, bu yol İnönü Caddesi’ne çıkar mı?” dedim. Bana yol tarif etti, teşekkür ettim. Pencereyi kapatıp hareket eder etmez, hocam: “Önce ‘Size bir şey sorabilir miyim?’ diyeceksin. ‘Sor,’ derse öyle soracaksın,” demişti.

Bir gün muayenehanesine uğramıştım, odasında misafirleri vardı. Öyle zamanlarda salonda beklerdim. Salona çıktı, beni hemen EEG odasına aldı. “İstirahat edin, şimdi ben sizi içeriye alacağım,” dedi. Bu normal bir durum değildi. “Hocamın bildiği bir şey vardır,” dedim ve bekledim. Biraz sonra hafif bir tebessümle geldi ve beni kendi odasına buyur etti. Hemen ardından da neden böyle yaptığını izah etti. Gelen, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden bir nöroloji hocasıymış, annesinin nörolojik bir rahatsızlığı varmış. Annesini Ahmet Hoca’ya getirmiş. Gelen hocanın nörolog olmasından dolayı benim kendisini görmemi istememişti. Bunun sebebinin bir nöroloğun başka bir nöroloğa annesini tedavi amaçlı götürdüğünde misafirin bilimsel yeterliliği hakkında olumsuz düşünmemden endişelendiği olduğunu anladım.

Hoca, iyi bir nörolog ve psikiyatristti. Daha önce çalıştığı Kanada Toronto ve Amerika Houston’da kalması için çok ısrar etmişler. Kabul etmemiş. Bir gün ben ziyaretine gittiğimde Kuveyt’te doktorluk yapması için yapılan ısrara şahit oldum. Maddi olarak çok büyük imkânlar sunuyorlardı önüne. O, vatanında kalıp kendi milletine hizmet etmek istiyordu.

Hocamızın bilimsel şöhreti ile bizzat yaşadığım şöyle bir hatıramız var: Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden Fevzi Samuk hocayla bir muhabbetimiz vardı. Bir gün kendisi ile telefonda konuşurken evlendiğimi söyledim. Tebriklerini bildirdikten sonra eşimin bir rahatsızlığından bahsettim. “İstanbul’a gelin, bir de biz bakalım,” dedi. Atladık gittik. “Bu çok spesifik bir vaka. Türkiye’de bu konuda araştırmalar yapan bir hoca var. Hayvanlar üzerinden araştırmalara başlamış,” diye duydum. “Bu vakayı çözerse o hoca çözer,” dedi. Bir kâğıdı, kalemi eline aldı. “Ahmet Tahir Satoğlu,” deyince biz şok olduk. Donduk kaldık. “Ne oldu?” dedi Fevzi Hoca. “O bizim dünür başımız,” deyince espriler üst üste geldi.

Hocamız stresten uzak durmaya çok önem verirdi. İş yerine gidip gelirken ayakta kalma ihtimali bile olsa kendi arabası ile değil, belediye otobüsünü tercih ederdi. Bu konuda: “Benim yerime otobüs şoförü strese giriveriyor. Trafikte strese girmektense ayakta yolculuk daha iyi,” derdi. Bu konuda şu fıkrayı sık sık anlatırdı:
 “Temel, Tursun’a borç para verir, Tursun borcunu bir türlü ödemez. Konu kadıya intikal eder. Kadı Tursun’a sorar: ‘Borcunu neden ödemiyorsun?’ Tursun da ‘Ben bu adamı tanımıyorum ki,’ der. Kadı, Temel’e döner; bu durumda ne diyeceğini sorar. Temel de ‘O beni tanımıyorsa, ben onu hiç tanımıyorum,’ der.”
 Yani strese girmektense alacağını kaybetmek daha kârlı derdi.

          Muayenehanede kendisinden başka hem sekreterlik hem de EEG çeken bir kız çalışırdı. Onun odası ayrıydı. Hocanın torunu yaşındaydı. Muayenehanede üçüncü bir kişi olmadığı zamanlar hep dış kapıyı açık tutardı. Yani mahremiyete çok dikkat ederdi. Ben soğuk kış günlerine rağmen dış kapıyı açık bıraktığını çok gördüm.

 Yapısı müsait olanları kariyer yapmaya çok teşvik ederdi. Yol yordam gösterirdi. Bir yerlere geldiklerini duymaktan büyük haz duyardı.

          Muayenehanede kendisinden başka, hem sekreterlik hem de EEG çeken bir kız çalışırdı. Onun da odası hep ayrıydı. Hocanın torunu yaşındaydı. Muayenehanede üçüncü bir kişi olmadığı zamanlar hep dış kapıyı açık tutardı. Yani mahremiyete çok dikkat ederdi. Ben, soğuk kış günlerine rağmen dış kapıyı açık bıraktığını çok gördüm. Yapısı müsait olanları kariyer yapmaya çok teşvik ederdi. Yol yordam gösterirdi. Bir yerlere geldiklerini duymaktan büyük haz duyardı.

Araştırma görevliliği sınavına girdiğimde kazanma şansım çok zayıftı, ben de beklemiyordum. Sadece bir kişilik kadro olmasına rağmen ondan fazla sınava giren aday vardı. Kazandığımı öğrendiğimde doğru hocamızın yanına gittim: “Ben ne yapacağım şimdi?” dedim. Sınavı kazanmıştım ama 1980 darbesinin izleri ve siyasal görüş, yaşam tarzı vb. Unsurlar, kurumlar içinde önemli rol oynuyordu. Yaşam tarzı bana benzeyen ne hoca ne memur ne müstahdem vardı. Ne yapacağımı şaşırmış durumdaydım. Beynim uyuşmuş gibiydi. Beni çok iyi anlıyordu çünkü üniversitenin yapısını ve işleyişini biliyordu. Bakışlarından beni yaşıyor gibiydi. Bir çay söyledi. -Kendisi gündüzleri ne yer ne de bir şey içerdi- Misafirlere ikram konusunda da ısrarcı olurdu.

“Tedirginliğini, endişeni anlıyorum,” dedi. Şöyle sıraladı:

  1. İşini iyi yapacaksın.
  2. Üstlerine saygılı davranacaksın.
  3. Çalışma arkadaşlarınla iyi geçinip iş disiplinine uyacaksın.
  4. Kimliğini, fikrî yapını gizlemeyeceksin. Yarım saat içinde her şeyi çıkarıp önüne koyarlar.
  5. Kimliğini bir tabelaya yazıp boynuna asarak dolaşmayacaksın.

Allah razı olsun kendisinden. Ben bunlara bir de “mümkün olduğu kadar abdestsiz gezmeme” prensibini ekleyerek iş hayatımın son gününe kadar uygulamaya çalıştım. Çok faydasını gördüm.