İmlânın Türkçeyi Teşrifi Arz Olunur

Eline her klavye alanın kendini yazar, önüne düşen her kelimeyi alt alta yazanın kendini şair sandığı bir girdaptayız artık.

Mehmet Şamil BAŞ

Şair-Dr. Öğretim Üyesi, Recep Tayyip Erdoğan Üni. İlahiyat Fak.

Konu, Türkçesi varken yabancı dildeki kelimeleri kullanmanın ötesine geçti artık. Başıboş bir öz güven ve hak edilmemiş bir gurur ile kuruluyor cümleler. Dahası mevcut kelimeleri bozma ve kendi anlam dünyasından kelimeleri, terkipleri çıkartma; onlara bambaşka bir anlam katma çabası içerisinde görüyoruz insanımızı. Şüphesiz bunda, sosyal medyanın büyük bir etkisi var. Sosyal medyayı farklı olma, bu farklılığa bağlı olarak tepki çekebilme ve bunu etkileşime sokarak neticede buradan nemalanmaya çalışmak, herkesin aslî göreviymişçesine yazılan cümlemsilerle kuşatılmış durumdayız.

Merâmımızı doğru ifâde edebilmek, düzgün cümle kurabilmek, imlâya dikkat edebilmek, sözü zihinde pişirerek sunabilmek mükemmeliyetçilik olarak algılanmaya ve hatta neden bunca gayretkeş oluşumuz tepki çekmeye başladı. Eline her klavye alanın kendini yazar, önüne düşen her kelimeyi alt alta yazanın kendini şair sandığı bir girdaptayız artık. Yazık ki romanlarımız, şiirlerimiz, gazete haberleri, resmî kurumların açıklamaları imlâ hatalarıyla dolu. Televizyonlardan geçilen alt yazıların, imlâyı alaşağı ettiği zamanları umursamaz olduk. Bunları düzeltmeye çalışanların verdiği uğraş ise suyu tersine akıtmaya çalışmak gibi güç ve meşakkatli bir yol. Çoğu kalem tutanımız şapka kullanıp kullanmama ile değişecek anlamın farkında bile değil. Ne hale geldik cümlesi ile ne hâle geldik arasındaki anlam farkına varamayanların bize dayatmaya çalıştığı kural tanımazlıkla boğuşmak zorundayız.

Birazdan değinmeye ve farklılıklarını ortaya koymaya çalışacağım bazı kelime ve ifâdelerin, bu mecrâda yekûnun sadece küçük bir hasılası olduğunu belirtmek isterim. Uzun bir vakittir üniversitede öğrencilere ders veriyorum. Özellikle Osmanlı Türkçesi derslerinde kelimelerin yazılışları bahsi açıldığında ister istemez bu imlâ hususu, öğrencilerimin en zorlandıkları kısım oluyor. Çünkü kullandığımız kelimeleri Osmanlı Türkçesi ile yazarken aslî hâllerini yazmak durumundayız. Burada da günlük hatalı kullanımlarımız bize hiçbir fayda sağlamıyor. Günümüz Türkçesi gramerini bilmeyene Osmanlı Türkçesini öğretmek ne zor iş oluveriyor.

Şemseddin Sâmî’nin 19. yüzyılın sonunda ortaya koyduğu ve Türkçenin en değerli sözlük çalışmalarının başında gelen Kâmûs-i Türkî’sinde bazı kelimelere açıklama girerken söylediği “bu galattır” ya da “bu şekilde kullanılmamalıdır” dediği kelimelerin artık onun söylediğinin tam tersi istikâmette ilerlediğini görmek ne acı. Üstelik kerli ferli adamlar yapıyor bunu. Evet yanlış duymadınız! Kerli ve ferli dedim, kelli felli değil. Kerr ü fer. Güç ve kuvvet. Kelimeleri benzeşme yolu ile kerli ferli söyleyecekken kelli felli şeklinde söyler olmuşuz.

Galat-ı meşhûr lugât-ı fasihten evlâdır tabirinin arkasına sığınmamalıyız. Kaldı ki bu tabir, öyle olması gerekir demiyor. Bir durum tespiti yapıyor. Yanlış kullanımı herkes tarafından kullanılan bir kelime artık sözlükte yer alan doğrusundan daha değerli bir hâldedir diyor. Ancak öyle mi olmalı? Bu mudur işin doğrusu? Sadece tanımlar mı efrâdını câmi’ ağyârını mâni’ olmak zorunda? Ya kelimeler? Aks-i hâlde doğru anlamın ortak paydasından nasiplenemeyeceğimiz âşikâr değil mi! Biz böyle söyledikçe birileri teşbihte hata olmaz demeye çalışıyor ama nâfile. Çünkü kullandıkları bu deyim bile benzetme yaparken hata yapmayacaksın anlamına çıkıyor. Yani benzetme hata kaldırmaz. Onlarsa bunu “benzetme saygısızca bir davranış değildir, bundan kimse alınmamalıdır” anlamında kullanıyorlar. Bilgisizce yapılan düzeltme çalışmaları suyu daha da bulandırmaktadır. Zira eşek hoş laftan ne anlar diye düzeltmek istedikleri atasözünün devamına baksalar konunun sözle ilgili olmadığı ortaya çıkacaktır. Çünkü “eşek hoşaftan ne anlar; suyunu içer, tanesini bırakır.” Bu durumdan da ziyâdesiyle muzdaribiz.

Şu yazıyı kaleme alırken bilgisayarımın bazı kelime altlarını kırmızıya boyaması yok mu… Örneğin az önce de muzdarip kelimesinin altını çiziverdi. Kelimenin doğrusu mustarip olsun istiyor. Oysa köke baktığımızda “dat” harfini görüyoruz. Bunu nasıl “s” harfinin Arapça karşılığı olarak se, sin ya da sad olarak yazabilirim ki. Buna benzer nice kelimemiz var. Arapçadan Türkçeye alıp kullandığımız kelimelerin sonlarındaki “b” harflerinin “p” olması, “c” harflerinin “ç” olması ya da “d” harflerinin “t” olmasının getirdiği problemler bazı imlâ yanlışlarımızın yanında inanın hafif kalıyor. Dahası bu tarz kelimeleri Osmanlı Türkçesi metinlerde hem okurken hem de Osmanlı Türkçesiyle yazmaya çalıştığımızda kök kelimeye gelen sabit yazılışlı eklerde yanlışlar baş gösteriyor. Örneğin bulunma hâli olan ismin –de hâli sepet kelimesine de dede kelimesine de kitap kelimesine de eklendiğinde –de olarak dal ve hâ-i resmiye ile yazılması lâzım. Hâsıl-ı kelâm akılda kalsın diye kodlamasını yaptığımız FıSTıKÇı ŞaHaP’ın, Osmanlı Türkçesi ile yazmaya çalışırken dükkânını kesinlikle açmaması büyük önem taşıyor.

Her ne kadar günümüz Türkçesi, Arapça ve Farsçada kullanılan eski harflerden kendini âzâd etse de kullandığımız kelimeler ve tamlamalar, Arapça ve Farsça terkiplerden kendisini sıyırmış değil. Bu bağlamda özellikle Farsça terkiplerin günümüz Türkçesiyle yazılışlarında ciddi sıkıntılarla karşı karşıyayız. Farsça terkiplerin en çok kullanılanı izafet kesreli tamlamadır. Kesre –ı ve –i sesi veriyor. Arka arkaya gelen iki kelime arasında tersinden bir tamlama kurduruyor. Mahsunî Şerif’in meşhur türküsünde geçen siyah gözlüm anlamındaki çeşm-i siyahım ifâdesi buna çok güzel bir örnektir. Ne var ki çeşmi siyah ya da çeşm’i siyah gibi hatalı yazılışlarını görmekteyiz. Bize Arapça olarak indirilen el-Kur’ânu’l-Kerîm’in adını bizler ağırlıklı olarak Farsça bir terkiple Kur’ân-ı Kerîm olarak söylemekteyiz. Elbette bazı kelimelerin sonu ünlü harfle bitmektedir. Sonu â ve û ile biten kelimelerdeki tamlamalar ise ordu-yı hümâyûn (padişahın ordusu) ya da deryâ-yı nur (nur denizi) tamlamalarında olduğu gibi –yı şeklinde yine kesreli, fakat “y” harfi ile birlikte yazılmalıdır. Görüleceği üzere Farsçada izafet ötreli yani “u” ya da “ü” sesi veren bir tamlama yok. O hâlde güzel hat anlamındaki hüsn-i hatt neden hüsn-ü hat olarak yazılsın ya da neden hüsn-i zan tamlaması hüsnü zan diye yazılsın. Tamam kabul ediyorum. Pek çok tamlamamız sözlüklerimize kök kelime gibi girmiş. Arzuhâl diye koymuş olabiliriz. Ancak eğer bunu aslî değerleriyle yazmak istersek arz-u hâl değil arz-ı hâl olarak yazmamız gerekir.

Farsça tamlamaları doğru yazamıyorken gelin görün ki olmayan bir tamlamayı tamlamaymış gibi yazmaya da hatalı yazılışlar arasında oldukça sık rastlar olduk. Şeyh Galib’in meşhur eserinin adı Hüsn ü Aşk (aşk ve güzellik) iken bunu hüsn-i aşk ya da hüsnü aşk olarak yazmak bir fecaattir. Bu yanlış kategorisinde sanırım en üst sıralarda can u gönülden ifâdesi yer alıyor. Birini tebrik etme maksadıyla kurulan cümlelerde sizi canu gönülden, canı gönülden, can-ı gönülden, can-u gönülden şeklinde yazılanlar hatalıdır. Çünkü bu iki kelime arasındaki “u” Arapçadan Türkçeye alıp kullandığımız “ve” bağlacıdır. Osmanlı Türkçesinde atıf vavı dediğimiz bu “ve” bağlacı, iki kelime arasında bir bağ kurmaya yarıyor. Sizi candan ve gönülden kutluyorum anlamına geliyor. Hakeza, seyr-i süluk değil seyr ü sülûk olmalı. Aynı bağlamdan örnekler arasında helâl ü hoş (hoş ve helal) doğru iken helal-i hoş ya da helalü hoş yanlıştır. Hamd ü senâ, herc ü merc şeklinde yazmak gerekiyor. Nitekim bunlar da birer tamlama değillerdir.

Son dönemde sosyal medyada sıklıkla Osmanlı Türkçesine, Arapçaya nazire yapar ve onu alaya alırcasına türeyen zevatın buldukları ve her konuya bir görselle birlikte yüz ifâdesi anlamında kullanmak istedikleri “sıfatül eşgal” de yanlış kullanımlar yolunda hızla ilerliyor. Dahası burada dilin gramer yapısına “sıfat-ı-eşgal-ül teşkal-ül meşgal” şeklindeki ifâdelerle bir saldırı olduğu açıktır. Ne eşkâl kelimesi eşgal diye yazılır ne de yüz ifâdesi tamlaması öyle kurulur. Dilin imkânlarını kullanarak mizah yapılabilir ama dilin kendisi mizaha kurban edilmemelidir. Kâmûs namûstur diye boşuna dememiş atalarımız.

Bu bağlamda ne acıdır ki okullarımızın sınıflarını süsleyen Gençliğe Hitabe’nin hatta ve hatta İstiklâl Marşı’nın tümüyle doğru yazıldığı bir metne bendeniz rastlayamadım. En basitinden “millet, fakr u zarûret içinde harab u bîtab düşmüş olabilir” ifâdesindeki atıf vavları yani “ve” bağlacının kelimeye bitiştirilerek “farku zaruret” şeklinde yazıldığını; birinde fakru zaruret şeklinde atıf vavı olarak yanlış yere de yazılsa “u” kullanılırken diğerinde harab ve bîtap şeklinde “ve” kullanıldığını görmekteyiz. Aynı şekilde İstiklâl Marşı’mızda yer alan mücerred yani yalnız bırakılmış ruh anlamındaki “rûh-ı mücerred” tamlamasının ruhu mücerred, ruhı mücerred gibi yanlış yazıldığı metinleri hâlen çoğaltmaktayız. İlgili metinde geçen şerâit (şartlar) kelimesinin şerîat (yol, nizam) şeklinde yanlış ezberlenmesi ya da “muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” ifâdesinin gerekirse bu uğurda canını vermelisin anlamında olup ırkçılık olmadığı ise anlama yanlışları bahsine örnek teşkil edecektir.

Arapça tamlamaların ve ifâdelerin yazılışlarında da netliğimiz yok. Eski harflerde, latin harflerinde olduğu gibi büyük küçük ayrımı yoktu. Hâl böyle olunca iyi vallahi anlamındaki eyvallah kelimesini eyvAllah şeklinde yazmak bir hatadır. Unutmayalım ki şairin dediği üzere “küçük harflerle yazılsa da büyüktür Allah”. Yâ nidâ edatının geldiği tamlamalarda ötre yerine fetha kullanılması da tam öğrenilmediğinde sıkıntı çıkartan hususlardan. Örneğin yâ Rasûlellah doğrudur. Çünkü başında yâ vardır. Müstakil yazıldığında ise Rasûlullah yazmak gerekir. Yine Arapça kelimelerdeki harekeleri ayrı olarak gösteremeyiz. Örneğin Allahu Teâlâ ifâdesini Allah-u Teala yazamayız. Cenâbu Allah doğru bir kullanımken Farsça terkiple ve Allah’ın cenabı gibi bir anlama çıkan Cenab-ı Allah şeklindeki bir kullanım yanlış olacaktır. Aynı konuya bağlı olarak Türkçede özel zamir yoktur. Ancak özellikle ilahiyat sahasında o zamirinin Allah ya da Hz. Peygamber yerine kullanılmak istenildiği zamanlarda O’nun şeklinde yazılması çok sık rastlanan bir durum. Doğrusu, onun. Bu konuda ya imlâ kurallarımız değişmeli ya da bu yola girmekten kaçınmalıyız.

Ziyâde kelimesi de anlam olarak yanlış anlamda kullanımlara açık bir kelimeye dönüştü. Ziyâde kelimesi fazla, çok, ilâve gibi anlamlara geliyor. Allah ziyâde etsin cümlesinde görüleceği üzere Allah artırsın, çoğaltsın anlamı var. Lâkin “kahve içmekten ziyâde çay içmeyi seviyorum” cümlesinde cümleyi kuran kişinin kastı kahveyi pek sevmediği, çay içmeyi sevdiğidir. Oysa ziyâde kelimesinin anlamı hesaba katıldığında bu cümleyi kuran kişin kahveyi sevdiği, buna ek olarak da çay içmeyi sevdiği anlaşılacaktır. Kelimenin getirdiği doğru anlam budur.

Soru eki “mi”nin bitişik yazılmasından tutun bağlaç olan “ki”nin bitişik yazılmasına kadar pek çok hatanın artarak cümlelerde boy göstermesi esasta ilköğretimde öğretilmeyen bir bilgi değil. Ne var ki üniversite düzeyine gelmiş öğrencilerde hatta çeşitli resmî kurumlarda yönetici pozisyonunda olan bireylerde bile dahi anlamına gelen ve ayrı yazılması gereken “de / da” bağlacının bitişik yazılması ciddi bir sorun olarak karşımızda dururken Sezai Karakoç’un “Oruç da acıkır” başlıklı yazısının ismindeki “Oruç da” ifâdesinin oruçta, oruç ta ya da oruçda şeklinde yazanlara şaşırmamak gerek.

Nice resmî kurumların sosyal medya hesaplarında kendilerini ziyaret edenlere karşı yaptıkları iade-i ziyaret cümle içinde iadeyi ziyaret ya da iadei ziyaret şeklinde yazılıyor. Aynı şekilde sene-i devriye tamlaması da seneyi ya da senei şeklinde yanlış yazılıyor. Dahası bu ve benzer yanlışların reklam panolarında devasa puntolarla yazılması genç dimağlara yanlışı aşılamaktan başka bir işe yaramıyor. Bu açıdan bakıldığında özellikle kitap sektörü ve öğretmenlere büyük görev düşüyor. Reklam sektöründe çalışanların da artık lâyık yerine laik, kaale almak yerine kaile ya da kaideye almak gibi, tekâmül yerine tekâbül kelimesini kullanmak gibi hatalardan kurtulması için ya ciddi bir eğitime tâbi tutulması lazım ya da metinleri tashih edecek musahhihleri işe almaları gerekiyor. Buna sanatçılar da dâhil olmalı. “Bu dünya ne sana ne de bana kalır” şeklinde olması gereken ifâde “ne sana ne bana kalmaz” şeklinde milyonlar tarafından dinleniyor. Ne bağlacı girdiği cümlenin fiilini zaten olumsuz yapmaktadır. İkinci bir olumsuz fiil, cümleyi olumluya çevirecektir.

Türkçeyi kullanırken elbette tüm kelimeleri aslına uygun şekilde yazamıyoruz. Örneğin Farsçada olumsuzluk ön eki olan bî, “b” ve “y” harfleri dolayısıyla “bey” diye yanlış okunmuş ve sözlüklere de kelimeler böyle girmiş. Bîhûde kelimesi artık beyhude olarak biliniyor. Bînamaz olan kelime de halkın dilinde beynamaz olarak varlığını devam ettiriyor. Tıpkı aslı temyiz olan kelimenin temiz şeklinde, aslı sahih olan kelimenin sahi şeklinde kullanılması gibi. Dildeki bu değişimler karşısında ne kadar da bîçâreyiz.

Bütün bunların yanında Arapçaya özgü bir harf olan ve bu yüzden de içinde bulunduğu kelime kesinlikle köken olarak Arapçadır dediğimiz ayn harfi (ع) Türkçenin problemleri arasında büyük bir paya sahip. Sessiz harflerden olan ayn genellikle yok sayılmasından dolayı hatalı yazılımlar ortaya çıkıyor. En çok kullandığımız câmi kelimesinin (جامع) sonu bir sessiz harf olan ayn ile bitiyor. Sesli harfle başlayan örneğin ismin –i hâlini aldığında câmii olması gerekirken kelimenin sesli harfle bittiği varsayılıp kaynaştırma harflerinden s harfi getirilerek câmisi şekline büründürülüyor. Sonu ayn ile biten mısra kelimesinin de şairin mısrası şeklinde değil şairin mısraı şeklinde yazılması gerekiyor. Ayn aynı zamanda kalın ses değerine sahip olduğundan mütevâzı kelimesinde olduğu gibi kalın ünlülerden “ı” ile harekelenmediğinde paralel anlamına gelen mütevazi kelimesi kullanılmış olmaktadır.

Hatalı kullanımlar arttıkça kelimelerin taşıdığı değeri, anlamın ortak paydasını ve ifâde etmek istediğimiz şeyi karşıki tarafa iletememiş oluruz. Örnekleri çoğaltmak mümkün… Ne yana baksak yanlışlarla çepeçevre sarıldığımızı görüyoruz. Doğru imlâ ile yazıldığında evet, kitap en güzel hediyedir. Belki de insanımızı, gençlerimizi bol bol kitap okumaya teşvik etmeden önce sözlük kullanmaya, sözlük okumaya yönlendirmeli; imlâyı doğru kullanmayan şairin, yazarın akademisyenin kitabını basmamalı, okumamalı ve gereken tepkiyi vermeliyiz. Bir şeyi şereflendiren anlamındaki teşrif kelimesini hâlâ bir şeye teşrif şeklinde kullanmakta diretmemeliyiz.

Sürç-i lisân ettiysem afv ola deyip daha fazla sükût-ı hayâle uğramadan imlânın Türkçeyi teşriflerini arz ederim.