Zamanı Aşan Günler

Eve döndüğümde eşim hazırlanmıştı bile. “Siz evde kalın biz komşu arkadaşlarla bir arabaya biner gidip bir meydana ulaşırız” diyecek oldum. Hani, bu erkeklere göre bir işti. Ben ne de olsa askerliğimi yapmıştım vs. Eşimin gayet kararlı bir tepkisiyle karşılaştım. “İsterseniz siz evde kalın ben kendi başıma da giderim” diyordu. Komşularımız eşlerini bu konuda ikna etmiş olabilir çünkü onlar birkaç erkek bir olup arabayla yola koyuldular. Ben onlara katılmak yerine, eşimle birlikte komşumuzun “ikna olmayan” kızını da alarak arabamızla yola çıktım.

Kemal KAHRAMAN

Dr., Tarihçi-Yazar

GİRİŞ

Tarihte olup bitenler kimi hayranlıkla, kimi hüzünle gündeme gelir. Memleketin, milletin, o büyük kaos günlerini nasıl yaşadığına akıl erdiremeyiz. Kafkaslardan Trablusgarp’a, Bağdat’tan Bosna’ya İslam coğrafyasında, mümin gönüllerde mübarek bir yeri olan koca devlet parçalanırken bu ülkenin inanan insanları neler hissetmişti? Mehmet Akif’e destansı şiirler yazdıran ortam nasıldı? Devlet-i Al-i Osman’ın askerleri azınlık ve Levantenlerin sevinçten parlayan gözleri önünde yaralı perişan İstiklal Caddesi’nde yürüdüğünde, işgalci Fransız general beyaz atıyla İstanbul toprağını çiğnediğinde yürekler nasıl dayanmıştı?

Bu kadar büyük olmasa da ülkemizin yakın tarihinde bize o zamanları hatırlatacak kaos günleri eksik olmamıştır. İnsanın içinde yaşadığı olayları değerlendirmesi, algılaması kolay olmuyor. Çünkü henüz zaman bilgesi son sözünü söylememiştir. Zamanın acelesi yoktur. Bekler, gündelik kaynamaların köpüğünü alır, durulmaya bırakır, sular sakinleştiğinde, demlendiğinde, değerleme sürecine girer. Zaman sınavından geçmeden hiçbir şeye değerli, önemli, önemsiz diyemezsiniz.

15 Temmuz olaylarının da henüz değerleme sürecinde olduğunu düşünüyorum. Amerika’daki bir takım merkezleri “bizimkiler harekete geçti” diye heyecanlandıran, sonra sukutuhayale uğratan neydi? İsrail’de önce Yahudileri, sonra Filistinlileri sevinçle sokağa döken neydi? Bunun evrensel bir bakışla muhasebesi yapılmazsa iç çekişmelerin kısır döngüsünden kurtulmak mümkün olmaz.

GELİŞME

Bir akşam vakti, Beşiktaş’taki evimizde olağan bir gün. Akşam dedimse saat belki onu geçmiş belki on bir olmuş. Haberleri izlerken yanılmıyorsam önce Boğaziçi Köprüsü’nde bir hareket fark ediyoruz. Yolun bir tarafı askerler tarafından tutulmuş. Yolların zaman zaman kesildiğine, arama ve kontrol yapıldığına şahit oluyoruz ama koca köprünün bir tarafının kapatıldığını ilk defa görüyoruz. Aklıma hemen bomba ihbarı gibi şeyler geliyor. Bir yandan da söyleniyoruz. Memlekette bu işi yapacak polis gücü yok mu neden seferberlik gibi askerler ortaya çıkıyor? 

Biz vaka-yı adiye kabilinden durumu müzakere ederken birden gayet ciddi bir bayan adeta tarihin tozlu raflarından çıkıyor; Yurtta Sulh adı verilen bir grup veya harekât yönetime el koymuş! Bizler 12 Eylül, 28 Şubat görmüş nesilleriz. Bu üslup yabancı gelmedi ama ne de olsa geçmişte kalan bir deneyime dayanıyor. İçinde bulunduğumuz zamana böyle bir şeyi asla yakıştıramıyoruz. TV’nin ötesine berisine bakıyoruz, bir şaka programı olabilir mi diye.

Hükümetten “kalkışma” adıyla açıklamalar gelmeye başlayınca işin ciddi olduğunu anlıyoruz. Fakat hangi boyutlarda bir hareket olduğunu bilmiyoruz. Klasik durumda ordu yönetime el koyar ve bunun için yapacak bir şey yoktur. Fakat burada farklı bir şeyler vardı. Belki TRT’ye el koymuşlardı ama başka birçok TV ve haberleşme kanalı bilgi aktarıyordu. Bu belli bir grubun girişimiydi. Cumhurbaşkanımızın İstanbul’a geldiğini öğrendik. Cep telefonundan yapılan yayında Devlet Başkanı halkımızı demokrasiye sahip çıkmaya davet ediyordu. Yapılacak bir şey vardı; meydanlara çıkmak.

Bulunduğum binadan aşağılara Dolmabahçe Caddesi’ne indiğimi, ne olup bittiğini anlamaya çalıştığımı hatırlıyorum. Caddede birtakım arabaların slogan atarak geçmeye başladığını fark ettim. Eve döndüğümde eşim hazırlanmıştı bile. “Siz evde kalın biz komşu arkadaşlarla bir arabaya biner gidip bir meydana ulaşırız” diyecek oldum. Hani, bu erkeklere göre bir işti. Ben ne de olsa askerliğimi yapmıştım vs. Eşimin gayet kararlı bir tepkisiyle karşılaştım. “İsterseniz siz evde kalın ben kendi başıma da giderim” diyordu. Komşularımız eşlerini bu konuda ikna etmiş olabilir çünkü onlar birkaç erkek bir olup arabayla yola koyuldular. Ben onlara katılmak yerine, eşimle birlikte komşumuzun “ikna olmayan” kızını da alarak arabamızla yola çıktım.

Önce Taksim’e niyetlenmiştik. Bir yandan haberleri izlemeye çalışıyoruz. Saraçhane’de büyük hareketlilik olduğunu işittik. Eşimin bir belediye emeklisi olmasından mıdır, hemen Eminönü, Unkapanı istikametinden Saraçhane’ye yöneldik. İl Sağlık Müdürlüğü binasına kadar gidebildik. Ondan sonrası araba ve insan mahşeriydi. İlerlemek mümkün değildi. Bir kenara park edip su kemerini geçtik. Sağ taraftan Saraçhane parkındaki kalabalığa karıştık. Neler olduğunu bilmiyoruz. Yalnız İBB binasından silah sesleri geliyor. Bir grup asker belediye binasına girmiş. Dışarıdaki kalabalık, ancak seçimle kazanılan o binaya sahip çıkmaya çalışıyor.

Biz arkamızı itfaiye binalarına veriyoruz. Sessizlik olduğunda kalabalık Allahüekber sedaları arasında ileriye hamle yapıyor. Gece vakti yerler kolay görünmüyor. Karaltı halindeki park etmiş arabaların, ağaçların arasından herkesle birlikte ilerliyoruz. Birden karanlığı delen silah sesleri ortalığı kaplıyor. İtfaiye binasının önlerine kadar gerilediğimizde duvarlara çarpan kurşun vınlamaları bir savaş atmosferi meydana getiriyor. Kalabalıkta etrafı kontrol etmek kolay olmadığından, bazen eşim uzakta kalıyor. Tekrar görüştüğümüzde yakınında birisinin vurularak düştüğünü söylüyor. İBB’deki askerler doğrudan kalabalığa ateş açtıklarında büyük bir geri çekilme yaşanıyor. O esnada vurulanlar oluyormuş. Yanımızda telaşla koşan birisinin bize şöyle dediğini hatırlıyorum: “Abi ben farklı bir partidenim. Ama bugün parti günü değil. Bugün memleket günü!”

O gün sabaha kadar Saraçhane’de idik. Şehzadebaşı Camii’nden gelen sela seslerini dinledik. Ezanlar okunmaya başladığında cami tarafına geçtik. Abdestlerimizi tazeleyip kadim ibadethaneye girdik. Genellikle sabah namazlarında mahzun olan cami, heyecanlı, kararlı, inançlı insanlarla dolmuştu. Kuşkusuz orada hayatımızın en huzurlu, huşu içindeki namazlarımızdan birisini kıldık.

Hocaefendi’nin o günkü unutulmaz kıraati, coşkulu duaları hâlâ aklımızda, gönlümüzde. Birbirine kenetlenmiş cemaat sanki ağır bir yükü, bir emaneti hep birlikte taşımanın daha kolay olduğunu yeni fark etmişti. Sanki saflar daha bir sıkıydı. Cami asli fonksiyonuna kavuşmuş, inanan yürekleri bir çatı altında toplamıştı. Sanki söz burada bütün canlılığıyla yerini bulmuştu; Allahüekber! Kıyamda, rükûda, secdede niyetler ve anlamlar yerli yerine oturmuştu.

Dışarıya çıktığımızda sular bir nebze durulmuştu. Ama bu bir günde bitecek bir iş değildi. Ankara’da meclis binasına saldırdıklarında hem üzülmüş hem de asla başarılı olamayacaklarına kanaat getirmiştim.

SONUÇ 

Evet, tarihi günler yaşadık. Bir ay boyunca geceleri sokaklardaydık. 15 Temmuz kalkışmasını yapanlar başarsaydı neler olacaktı düşünmek bile istemiyoruz. Onlar ülkemizdeki darbe geleneği alışkanlıklarından faydalanmak istemiş olmalılar. Askerler ortaya çıktığında sivillerin evlerine kapanacağı düşünülmüştür. Fakat günümüzde çok farklı faktörler söz konusu. Öncelikle iletişim araçları çok çeşitlendi. Başta cep telefonu olmak üzere kamuoyunu yönlendirmekte kullanılan araçlar, aynı zamanda haberleşme açısından kontrol edilmesi zor alternatifler oluşturuyor. Bu da küçük bir grubun büyük kitleleri manipüle etmesini iyice zorlaştırıyor.

Siyasi iradenin demokrasi için ne kadar önemli olduğu bir kez daha anlaşılmıştır. Olağan bürokratik işlerde odaklanan devlet geleneği, olağanüstü durumlarda karar vermekte zorlanabilir, paniğe kapılabilir. Bu durumda sağlam bir duruş sergilemek, yerinde ve zamanında karar alabilmek büyük önem taşıyor. Süreci başarıyla idare etmek için sıradan yönetici değil gerçek bir lider olmak gerekiyor.

Üzerinde hassasiyetle düşünülmesi gereken bir nokta, olağanüstü hâllerde fedakârlık seviyesinin genellikle eğitim düzeyiyle ters orantılı bir seyir izlemesidir. Varlık seviyesi için de aynı şey söylenebilir. Bunu şunun için vurguluyorum. Sokaktaki insanımızı sakın hakir görmeyiniz. İhtiyaç duyulduğunda hangisinin içinden bir kahraman çıkacağını bilemezsiniz. Yaşadığınız huzur ve güven ortamını hangisine borçlu olduğunuzu bilemezsiniz.

Müminler için yaşanan her olaydan çıkarılacak dersler vardır. Yakın zamanlarda ülkemizin büyük bir evladını, yazar ve şair Sezai Karakoç’u misafir etmeye başlayan Şehzadebaşı Camii’nde o gün yaşadıklarımızın, duyduklarımızın unutulmaması için ne yapmamız gerekir? Hayati soru budur. Orada memleketin bir gecede rayından çıkarılmak istendiğini gördük. Kim bilir hangi halis müminlerin dualarıyla, gayret ve fedakârlıklarıyla muvaffak olamadılar.

O gün gördüğümüz bir şey daha vardı. Gecelerimiz ihya olmuş, normal zamanlarda sabah namazında mahzun ve metruk olan camiler heyecanlı müminlerle dolmuştu. Evet, bilmemiz gereken bir şey var ki bugün sabah namazları başta olmak üzere vakit namazlarında nice camilerimiz, Balkanlarda bugüne kalabilen ecdad yadigârı camilerimiz gibi hüzünlü, sessiz ve yalnızdır. İbadetin devamlısı makbuldür. Milletimize kaos zamanlarında diriliş ruhunu üfleyen selaların, ezanların okunduğu minarelerimizi, kubbelerimizi, mihraplarımızı yalnız bırakmayalım.