Kadim meseledir, mağlup topluluklar galipleri taklit eder. Yenilginin belki de en önemli faturası budur.
Derviş Çelebi

Yakında böyle bir manşet duyarsam şaşırmayacağım, arkadaş! Nasıl ki Osmanlı’nın son döneminde gâvura gâvur demek yasaklanmışsa, o gün dedelerimize parmak sallayanların bugünkü torunları bize toplumsal cinsiyet eşitliğine uyun deyû parmak sallıyor.
Yakında yeni doğan evladınızın nüfus kütüğüne erkek yazdırmak istediğinizde, “Ne demek erkek? Bırakalım büyüdüğünde kendi karar versin!” diyecekler diye korkarım. Erkek milletinin haklarını savunacak birkaç cümle ettiğimizde bile, “Erkek egemen bir toplum özlemi bu”, “Kadının ezilmesine, horlanmasına zinhar müsaade etmeyiz”, “Ataerkil toplum özlemleri bunlar” diye bizim mahallenin nargile fokurdatan, feminist ablalarından bile ayar yiyoruz. Farkında mısınız, ey ehli irfan? Bak şimdi “İrfan da maskülen bir zihnin tezahürü Derviş, sen ne dediğinin farkında mısın?” dediklerini duyar gibiyim. Gerçi bu toplumsal eşitlikçi tayfa, feminist ablalara rahmet okutacak bu gidişle. Zira feministlerde hiç değilse sert falan da olsa “feminen” bir durum var ortada, karşımızdaki ise bize parmak sallasa da kadınlığından utanmıyor. Bu açıdan bakınca eskiden kızdığımıza saygı duyacak hale geldik, şaka gibi!
Bunlar hep azar azar oldu, cumalar pazar oldu misali, sanki yavaş yavaş “Bindik bir alamete, gidiyoz kıyamete” şarkısını terennüm eder bir haldeyiz. Sevgili okur, işin aslı hiçbir şey bir gecede olmadı elbette. Âlây-ı vâlâ ile başımıza musallat edilen bu toplumsal eşitlik fermanının dibacesi, Tanzimat Fermanı’dır. Bu süreçle başlayıp cumhuriyetle zirveye ulaşan, Kemalizm ile ideolojik resmiyet kazanan Batılılaşma hikâyemizin geldiği noktadır bu yaşadıklarımız.
Kadim meseledir, mağlup topluluklar galipleri taklit eder. Yenilginin belki de en önemli faturası budur. Malumunuz Osmanlının çöküş dönemi ile birlikte İslam dünyası ekonomik ve teknolojik olarak yükselen Batı medeniyetinin etki alanına girdi. Tanzimat döneminde yapılan tartışmaları doğrudan konumuzla ilgili olmadığı için burada tekrar detaylandırarak yazmaya gerek duymuyorum. Ancak Osmanlının son dönemini bugün tartıştığımız konuya kaynaklık ettiği için birkaç cümle ile zikretmek gerekir diye düşünüyorum.
Bilindiği üzere II. Mahmut ile başlayan bu toprakların Batılılaşma serüveni, Tanzimat ile birlikte ideolojik bir alana taşındı ve nihayetinde genç Türkiye Cumhuriyeti, başta harf devrimi olmak üzere yaptığı devrimlerle devletimizin geçmişle bağını kopartarak, yönünü tamamen Batı’ya döndü. Bunun doğal sonucu olarak, eğitim sistemi, müzik, sinema, tiyatro, ezcümle bütün kültür hayatı Batı’nın rüzgârına göre şekillendi. Dinî hayat pratikleri aşağılandı ve hatta bir dönem tamamen yasaklandı. Böyle bir kültür ortamında İslam’ın düşünce dünyasından uzaklaşıp sadece köy ve evlere hapsedilmiş dinî pratiklerle yaşanması mümkün olabildi.
Bir diğer önemli noktanın daha altını çizmek gerekirse, bilinen bir gerçektir ki toplumun temel dinamiği kadındır. Kadın değişirse aile değişir, aile değirse toplum değişir. İşte tam da bu yüzden en büyük manipülasyonun ve kavganın, kadınlar üzerinden yapıldığına hep birlikte şahitlik ettik. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren kadınlarımızı özgürlük ve sosyal hayata dâhil etmek adına Batılı yaşam biçimine teşvik ettiler. İslam’dan beslenmeyen eğitim ve kültür ortamında özellikle de sosyolojisi müsait olan kentlerde kadınların değişimi hiç de zor olmadı. Erkekleri bu değişimin dışında tuttuğum sanılmasın, zira kadının değişmesi erkeklerden daha zordur. Dolayısıyla da zaten zihnen hazır olan erkekler kadınlara uymakta gecikmediler.
Bugüne geldiğimizde, hâkim ideolojinin “kadınlara özgürlük” taleplerini cinsel tercihlerin özgürlüğüne doğru genişlettiğine tanıklık ediyoruz. Dünün sapkınlık dediğimiz eylemlerini bugün bize özgürlük üst başlığı altında tercih diye pazarlamaya ve daha doğrusu dayatmaya çalışıyorlar. Buna da yine ideolojik bir kılıf uydurmakta zorlanmadıklarını görüyoruz: “Toplumsal cinsiyet eşitliği”
“Bizden ırk, dil ve din ayrımı gözetmeksizin insanlara eşit davranmalıyız.” mottosuna bağlı ve onun mütemmim bir cüzü olarak cinsiyet ayrımı da yapmamamız talep ediliyor değil mi? Ne kadar da havalı, demokratik ve etkileyici! Bu yukarıdaki mottonun bunun bayraktarlığını yapan Batılı toplumlarda ne derece uygulandığını tartışmaya açık bulmakla birlikte (ki buna asla inanmıyorum, örnekleri biraz araştırma yapan herkesin malumudur) bu yazının sınırlarını aşacağı için girmek istemiyorum. Buna bağlı olarak öne sürülen toplumsal cinsiyet eşitliği söylemini her türlü cinsel sapkınlığa kapı aralayan, ailenin dibine dinamit koymaya yönelik son suikast eylemi olarak görüyorum. Kadın ve erkek fıtratını tamamen göz ardı eden bu yaklaşıma şiddetle karşı çıkmamız gerektiği kanaatindeyim. Ancak sadece bu maddeye karşı çıkmak, bizim itirazımızı marjinal ve güdük bırakacaktır. Dolayısıyla itirazımızı bir bütün olarak İslam düşüncesine yaslanarak yapmak zorundayız. Cumhuriyetin yüzüncü yılına yaklaştığımız bu günlerde, yüz yıl boyunca Batı’ya doğru aldığımız yolun, Üstad Necip Fazıl’ın değimiyle “bizi çıkmaz bir sokağa getirdiğini” müşahede ediyoruz. Bugün kendi kavramlarımızla, kendi medeniyetimizi bugünün dünyasına hitap edecek şekilde yeniden kurma ve ihya etme günüdür.