İki Gönül Bir Olunca, Samanlık Seyran Olur Mu?

“Dünyada mekân, ahirette iman” diye duydum çok sonradan. Oysa benim çocukluğumda mekânlara mündemiç bir iman vardı. İman, mekândan münezzeh değildi yani.

Derviş Çelebi

Tek katlı betonun yeni icat edildiği ama henüz yaygınlaşmadığı yıllarda, tutkal olarak kara çamurun kullanıldığı, taşların üst üste konularak inşa edilen eski bir köy evinin önünde duruyorum. Ev dediysem aklınıza iki artı bir daire gelmesin, hepi topu tek bir odadan söz ediyorum. Yatak odası, misafir odası, mutfak, bütün görevler bu yirmi metre kare odanın omzuna yüklenmiş. Ahşap bir kapıdan, ki aynı zamanda evin hem dış hem de iç tek kapısıdır, eve sağ ayağımla, besmele çekerek giriyorum ve selam veriyorum. Dedemden öğrendim, eve böyle girilir. Odayı bir gaz lambası aydınlatıyor, elektrik henüz şehirlerde olduğu ve köylünün milletin efendisi olduğundan haberinin olmadığı yıllardayız. Anneannem başına beyaz bir tülbent bağlamış, ev içinde bile başı açık gezmezdi rahmetli, ocağın başında çorba tenceresini karıştırıyor. Odada kesif bir tarhana kokusu, tarhana çorbasını karıştırarak pişirmelisiniz yoksa dibi tutar, topaklanır, bunu çocuk halimle ben bile biliyorum. Ocak dediğim duvarın içine gömülmüş bir şömine hem evi ısıtıyor hem de yemek pişirme görevini üstleniyor. Yakıtı, dağdan toplanmış odunlar. Ateşin üzerinde bir sacayağı, üzerinde çorba tenceresine komşu, mütemadiyen tıkırdayan su dolu bir güğüm.  

Dedem, kapıdan girince odanın hemen solunda bir yer döşeğinde yatıyor. Ben daha çok küçük yaşlarımda iken onu bir akrep ısırmış ve belden aşağısı felç olmuş. O günden beri yatalak. Bana sarılıyor, dilinde hep zikir cümleleri, anneannem iki büklüm ona hizmet ediyor. Hep şükür cümleleri, şikâyet onların semtine uğramamış. Bugünün kelimeleri ile izah edilemeyen bir aşk ile bakıyorlar birbirlerine. 

Annem ve babam gün boyu tarlada çalışıyor, ben ise akşamları ninemden bir kap yemek almaya gelirdim. Yemek dediğin bir kap olmaz mı zaten? Olmazmış, sonra öğrendim. Bir de “İnsanoğlu midesinden daha şerli bir kap doldurmamıştır” derdi dedem. Ben şerlinin ne olduğunu bilmezdim, onu da sonradan öğrendim.

Ninemlerin bir de kedisi vardı; ismi minnoş, siyah bir kedi, ona kızınca “postal” derdi. Duyduğum en kötü laf buydu ağzından. Bize de çok kızdığında “sizi gidi postallar” derdi. Postal ne anlama gelir bilmezdim. Askere gidince öğrendim. Tertemiz yürekli bir Anadolu kadının zihninde postal kelimesine bu kötücül anlamı yüklemesinin nedeni üzerine ne söylenebilirdi ki?

Su çeşmelerden akmazdı o yıllarda, köyümüzün kuyuları vardı, içme ve kullanma suyunu oradan testilerle ve bakraçlarla taşırdık. Çamaşırlar haftada bir dere kenarında yıkanırdı, deterjan yerine sobanın küllerini kullanırdı annem, ellerinde derin yarıklar…

O yıllarda köyümüzün ortak ihtiyaçları için büyükler imece diye birini çağırırlardı, biz çocuklar onu görmezdik ama o bütün köylüleri toplardı. Mesela köyün mezarlığını temizlemeye giderlerdi. Sanki işe değil de bir eğlenceye, düğüne gider gibiydi insanlar, şaşardık. İmecenin bir insan olmadığını da büyüyünce öğrendim.

Sonra bizim kendi köy evimizi hatırlıyorum. İki katlı, dört odalı, taştan bir ev. Babam inşaat ustasıydı ve iyi bir çiftçiydi de sanırım, zira çok az kişide olan bir traktör almıştı. Mavi, Massey Ferguson marka. Gerçi o zamanlar köyde her işin ustasını bulmak ne mümkün! Dolayısıyla herkes bir parça marangoz, bir parça inşaat ustası olmak zorundaydı, sanırım. Odanın biri mutfak diğeri oturma odasıydı, yukarıda iki adet de yatak odası vardı. Her iki odada da ahşaptan dolap, içine gizlenmiş küçük bir banyo. Adına ebeveyn banyosu denirmiş. Ne gereksiz bir iş, bir tane neyimize yetmiyor diye düşünürdüm çocuk aklımla. Onu da evlenince anladım, ne kadar gerekli olduğunu da…

“Dünyada mekân, ahirette iman” diye duydum çok sonradan. Oysa benim çocukluğumda mekânlara mündemiç bir iman vardı. İman, mekândan münezzeh değildi yani. Laiklik diye bir şey icat ettiler, ben onu da sonradan öğrendim.

Önce insanın ruhu kirlendi, sonra mekân ve çok sonra şehir…