Akademi Tanrıları Kan İstiyor

YÖK Tez’in paylaştığı istatistiklere göre bugüne kadar yüksek lisans ve doktora tezi olarak toplam; psikoloji konusunda 17.971 tez; sosyoloji konusunda 14.612 tez; sosyal hizmet konusunda 2.076 tez yazılmış. Psikolojik danışma ve rehberlik ve afet yönetimi toplam tez sayıları belirtilmemiş.

Elif ÇEVİK

Üniversite koridorlarında ilginç bir salgın dolaşıyor: Uzağı net görememek ya da tıptaki adıyla miyop. Aslında bu hastalığı hemen hemen hepiniz duymuşsunuzdur. Haliyle bunun nesi ilginç diye sorabilirsiniz. Haklısınız ama acele etmeyin lütfen. Zira bu yazı, tam da nesi ilginç onu anlatacak.

Bir çeşit görme kusuru olan miyop, çocuk yaşlarda kendini belli eder. Tahtayı net görememek, genellikle göz doktoruna randevu almanın ilk kayda değer gerekçesi olur. Ancak okul sıralarıyla miyopun kesişmesi, üniversitedeki salgından biraz farklı. Çünkü bu kez görme kusuru, sıradan, tahtaya bakanlarda değil, tahtadan sıralara bakanlarda kendini gösteriyor. Evet, ne yazık ki üniversite hocalarında bir miyop pandemisi söz konusu. Üstelik bu görme kusuru, kürsüde geçen zamana paralel olarak artıyor. Doktorasını henüz tamamlamış olanlarla iletişim kurmak o kadar zor değil. Görüş alanlarına girdiğinizde sizi fark edebiliyorlar. Doçent olanlar için ise ayrıca elinizi kaldırmanız ve sesinizi yükseltmeniz gerekebilir. Ne dediniz, bir profesöre mi soru sormak istiyorsunuz? O halde burnunun dibine girmek zorundasınız! Fakat bunu başarsanız bile sorunuza cevap almanızın bir garantisi yok. Zira eskilerin dediği gibi mum, dibine ışık vermiyor.

Akademide yıllar yılı süregelen bu tavır, kişisel bazda insanları bezdirip, küstürüp, isyan ettirse de topyekûn bir infiale sebebiyet vermedi, ta ki bugüne kadar. Belki de ilk defa üniversite koridorlarındaki bu güç yarışının kanlı sonuçlarıyla karşılaşıyoruz. Nasıl mı? İzah edelim. Ülkemizde yaşanan deprem felaketinin şok etkisini atlatmayı bile başaramadan ahvalimizi dile dökebilecek yetkilileri, bilen birilerini aradı gözlerimiz. Hepimiz, dörde beşe bölünmüş ekranlarda, küçücük karelerden seslenmeye çalışan uzmanlara kulak verdik. Birçoğunun, kendilerine tanınan kısa sürelerde, beş dakikalığına da olsa ünlü olma çabalarını seyrettik. Bazıları ise zaten ünlülerdi, ellerinde çubukları, basit kartonlarıyla tam ekranda hepimize jeofizik anlatmaya başladılar. Evet, milletçe bu zamana kadar öğrendiklerimiz yetmedi ve oturup jeofizik çalıştık. Sınavına son dakika çalışan bir öğrenci gibi önümüzde ne varsa okuyup anlamaya koyulduk. Okudukça gördük ki yazılıp çizilenler, söylenenler pek de birbirini tutmuyor. Nedir, ne değildir diye araştırmaya devam ederken, depremin dokuzuncu gününde, bir internet gazetesinde şu manşetle karşılaştık:

“Prof. Dr. Cenk Yaltırak: Türkiye’nin deprem haritaları da senaryoları da yanlış.”

Meğer gazeteci Cansu Çamlıbel de tıpkı bizler gibi dersine çalışıyormuş. Bu sebeple, kendisinin özellikle vurguladığı “koyu bir Kemalist” olan yerbilimci Prof. Dr. Cenk Yaltırak ile bir röportaj yapmak istemiş. Anlattığına göre fay haritalarını anlamaya çalışırken kendisini “inanması zor bir akademik çekişme hikayesinin ortasında”bulmuş. İlk okuyuşta deli saçması gelen bu manşet, ifadenin sahibinin kim olduğunu öğrenince gözlerinizi kapatmakla kaybedemeyeceğiniz bir cümleye dönüşüyor. O sebeple yazıyı okumaya koyuluyorsunuz. Okudukça büyüyor gözleriniz. “Memleketin deprem çalışmalarındaki güzide kurumu” İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Jeoloji Mühendisliği Bölümünde neler yaşandığına ilk ağızdan tanık olurken başta anlattığımız miyop hikayeleri canlanıyor zihninizde. Nitekim hoca, katıldığı bir Youtube yayınında da akademik hayatında geçirdiği süreçleri şöyle özetliyor:

“Şimdi mesela düşünün 93’te asistan oluyorsunuz.2003’te doktoranızı bitiriyorsunuz. Ödül alıyorsunuz; TÜBİTAK teşvik ödülünü alan ilk öğrencisiniz, sizi de öneren bu hocalar. Siz diyorsunuz ki ben girdim, bir istatistik yaptım TÜBİTAK’ta teşvik alanların içinde şimdiye kadar benim kadar atıfı ve yayını olan yok, beni aday gösterin diyorsunuz. Onlar da bir düşünüyorlar, göstermiyorlar, sonra gösteriyorlar. Sonra alıyorsunuz ödülü, daha doktoranız yok. Sonra yardımcı doçent kadrosu bekliyorsunuz. Yok, gelmiyor bir türlü. Diyorlar ki postdoca gitmen lazım. Ama ben bir yıl gittim diyorsunuz Kanada’ya. O sayılmaz. Bu sefer diyorsunuz tamam, imzalayın postdoca gidiyorum bir yıl daha. Gidiyorsunuz, bir kitap çıkarıyorsunuz, 6 tane makale yazıyorsunuz, dönüyorsunuz. Kadro yine yok. Sonra bakıyorsunuz; yol bu yol değil. Doçentlik sınavına başvuruyorsunuz araştırma görevlisiyken, doçent oluyorsunuz. Sınavda yine bu hocalar var, doçent yapıyorlar sizi. Ondan sonra doçent kadrosu bekliyorsunuz, gelmek bilmiyor…

Allah beni öğrencilerimle bu duruma düşürmesin. Ben böyle olacaksam yani emekli olayım gideyim bir yerde marul falan yetiştireyim. Çünkü diyalog kopuyor. Siz yukarıda bir odada oturuyorsunuz, aşağı inip ne yapıyorsun lan diyemiyorsunuz. Deseniz, belki bu problemler çıkmayacak.”

Cenk Yaltırak verdiği röportajda, fay haritalarının yanlışlanması, yeni çizilen haritaların makalesini kimin yazacağı gibi birçok akademik güç kavgasından sonra konuyu devlete getiriyor. Bu uzmanların, devlet kurumlarını da yanlış yönlendirdiklerini ifade ediyor. Örneğin İBB’nin tehlike haritasının da yine yanlış olan tek fay haritasına göre yapıldığını belirtiyor. Geçtiğimiz yıl ise Cenk Yaltırak, AFAD Başkanı Yunus Sezer’e kendi çalışmalarını sunuyor ve aralarında şöyle bir diyalog geçiyor:

Yunus Sezer: “Hocam siz diyorsunuz ki bütün herkese din değiştirin. Herkes bugüne kadar yaptığı işi inanılmaz savunuyor. Siz de bu din yanlış diyorsunuz.”

Cenk Yaltırak: “Çok doğru söylüyorsunuz. Hazreti Nuh da her yeri sel kaplayacak dediğinde statükocuların hiçbiri ona inanmadı sele kapıldı gitti. Nuh ve taraftarları kurtuldu. Bu çağda böyle bir durum yok. Ama yeni bir yol izlemez isek tufan hepimizi süpürecek.”

Bu görüşmeden sonra Yunus Sezer, Cenk Yaltırak’ı Ankara’ya davet ediyor. Depremden üç hafta önce yapılan bu toplantıda AFAD Başkanı Yunus Sezer, tüm statükoculara rağmen “Cenk Hoca’nın dediğini yapacağız” diyor. Ancak malum deprem vuku buluyor ve görüşmeler yarım kalıyor.

“Türkiye bir deprem ülkesidir.” Şimdi, tartışmaya açık olmayan, uzlaşının sağlandığı tek bilgi olarak bu cümleyi kabul ettikten sonra jeoloji ana bilim dalının kendi iç çekişmeleri deyip geçemeyeceğimiz bu meselede, rotamızı biraz da sosyal bilimlere kaydırmak istiyorum. Depremin ilk günlerinde sosyal bilimcilerin bir deprem ülkesinde bilgi üretmenin sorumluluğunu taşıyıp taşımadıklarına bakmak istedim ve bunun için geçmişte yazılmış tezleri taramaya başladım. Çok basit bir şekilde sizlerin de ulaşabileceği YÖK tez tarama adresine gidip konuyla doğrudan ilişkili olabilecek anabilim dallarının başlığında “deprem” geçen tezlerini sıraladığınızda şu tablo ile karşılaşıyorsunuz:

Psikoloji ana bilim dalında 5 doktora, 21 yüksek lisans tezi bulunuyor. Çalışmaların biri hariç geri kalan hepsi 99 depreminden sonra yapılmış. Sosyoloji anabilim dalında toplam 17 tanesi yüksek lisans, 2 tane doktora tezi yazılmış. Çalışmaların biri 1998 tarihli. Diğer hepsi 99 depreminden sonraya ait. Psikolojik Danışma ve Rehberlik ana bilim dalında yalnızca 1 tane yüksek lisans tezi var. Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik bilim dalında ise 1 doktora, 2 yüksek lisans tezi var. Sosyal Hizmet ana bilim dalında 3 tane yüksek lisans tezi bulunurken hiç doktora tezi yazılmamış. Afet Yönetimi ana bilim dalında ise 2 tane doktora, 11 tane yüksek lisans tezi var ve hepsi 2016’dan sonra çalışılmış.

YÖK Tez’in paylaştığı istatistiklere göre bugüne kadar yüksek lisans ve doktora tezi olarak toplam; psikoloji konusunda 17.971 tez; sosyoloji konusunda 14.612 tez; sosyal hizmet konusunda 2.076 tez yazılmış. Psikolojik danışma ve rehberlik ve afet yönetimi toplam tez sayıları belirtilmemiş. Bu sayıları göz önüne aldığınızda ve Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğunu bir kez daha hatırladıktan sonra sosyal bilimlerin konuya ne kadar bigâne kaldıklarını görebilirsiniz. Üniversiteler, hocalarımız neden öğrencileri deprem ve diğer afetler konusunda çalışmaya teşvik etmiyorlar? Şimdiye dek afet sosyolojisi üzerine birçok çalışma yapılmış olması gerekmez miydi? Toplu yaşanan felaketleri ve travmaları çözmek için geliştirilen ve klik sosyoloji ile tamamlanan sosyoterapi Türkiye’de neden yok? Depremin ilk günlerinde bu soruyu üniversitelere ve ilgili hocalara sordum. Zira psikoloji ve sosyoloji bölüm hocaları bir araya gelerek pekâlâ bir klinik sosyoloji programı açabilirlerdi. Hala açabilirler. Fakat kimseden ses çıkmadı.

Hepimiz bir parça kırgınız, bir parça gözü yaşlı, bir parça öfkeli, bir parça şaşkın, bir parça umutlu… Yaşanan felaketin boyutlarını anlamamız bile günler sürmüşken, üstesinden gelmek ne kadar sürecek kim bilir. Ancak doğru eylemek için doğrusunu bilmeye bu kadar ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde, ne yazık ki önce akademisyenlerin miyop hastalıklarıyla ilgilenmemiz gerekecek. Cenk Yaltırak gibi kıymetli akademisyenlerin, zamanında, hocaları tarafından görülüp değerlendirilmesi ve hakkaniyetle yollarının açılması, bizim ve sevdiklerimizin kaderiyle doğrudan ilişkili. Çünkü akademi koridorlarında dolaşan bu salgının etkileri üniversite duvarları içerisinde kalmıyor. O koridorlardaki odalarda çizilen fay haritaları, evlerimizin nereye ve nasıl yapılacağını belirliyor. Olur da evimiz yıkılır, dükkanımız sele kapılırsa sonrasında bizimle kurulacak iletişim yolları ve geleceğimiz bu odalardan çıkan bilgiye göre organize ediliyor. Buna rağmen o odalarda oturan kıdemli akademisyenlerin bu ülkeyle ve bu ülkenin geleceğiyle nasıl kumar oynadıklarını görmek insanın kanını donduruyor. Öyle ki depremin ardından bir yayına katılan Prof. Dr. Ahmet Ercan, meslektaşı Prof. Dr. Celal Şengör’ün “İstanbul’da şöyle yakışıklı bir deprem olsun, herkes ölsün, şehir temizlensin.” dediğini iddia etti. Şengör’ün böyle bir ifadesinin olup olmadığı önemli değil. Baştan sona anlattığımız bütün süreç, günün sonunda bize sadece şu cümleyi kurduruyor: Akademi tanrıları kan istiyor!