Ne kadar zarif, naif ve mütevekkil bir tepki. ‘Ben ne diyeyim’ derken bir bakıma her şeyi söylemiş oluyor. Maraş’ta kuvvetli bir şiir damarı olduğu nasıl da belli oluyor. Dikkat ederseniz aslında bu satırlarda Kahramanmaraş’ın yakın tarihteki kentleşme serüvenini okuyoruz. Özetlemek gerekseydi, “betonla tabiatın savaşı” diyebilirdik bu serüvene.
Kemal KAHRAMAN
Dr., Tarihçi

On bir ilimizi vuran depremin üzerinden çok zaman geçmedi. Binaların birçoğu artçı sarsıntılara dayanamıyor. Zayıf bünyeleri yıkmak için küçük sarsıntılar yetiyor. Lakin öyle görünüyor ki bizi bu günlere getiren muhkem ön kabullerin yıkılması kolay olmayacak.
Maraşlı dostum M. Fatih Uğurlu’nun, facebook notunu buraya alarak başlamak istiyorum;
“Bu büyük afette benim de her Maraş’lı gibi birçok akrabam rahmetli oldu. Tüm vefat eden hemşehrilerime rahmet, kalanlara başsağlığı diliyorum. Biz ilkokulda iken DDY lojmanlarında olan evimize Kurtuluş İlkokulu’ndan yürüyerek giderdik, yaklaşık 2.5 kilometre civarındaki mesafeyi. Kıbrıs Meydanı’ndan hemen sonra patlıcan, marul tarlaları başlardı. Şimdi, Bin Evler’i iskana açan yetkililere hayır dua ederken, ki orada yıkım az oldu, patlıcan ve marul tarlalarını, yani ovayı iskana açan ve çoğu da hayatta olan bu yetkililere ben ne diyeyim kıymetli hemşehrilerim.”
Ne kadar zarif, naif ve mütevekkil bir tepki. ‘Ben ne diyeyim’ derken bir bakıma her şeyi söylemiş oluyor. Maraş’ta kuvvetli bir şiir damarı olduğu nasıl da belli oluyor. Dikkat ederseniz aslında bu satırlarda Kahramanmaraş’ın yakın tarihteki kentleşme serüvenini okuyoruz. Özetlemek gerekseydi, “betonla tabiatın savaşı” diyebilirdik bu serüvene. Ne yazık ki insan, betonun tarafında durdu. Onu besleyip büyüten tabiata övgüler düzmekle yetindi. Bu, Maraş’ın şahsında bütün bir ülkenin hikâyesidir.
Fakat Maraş boyutu bizim için ayrı bir anlam ve önem taşıyor. Söylemlerimizle eylemlerimiz arasındaki farkları görmemiz açısından. İnanç ve kültür dünyamızla reel dünyamız arasındaki uçurumu fark etmemiz açısından. Bu şehir ülkemizin yakın dönem aydın geleneğinde öncü bir rol oynamıştır dersek, pek abartmış sayılmayız. Bir zamanların toplum mühendisliği çalışmalarına en anlamlı tepkiler Maraş atmosferinden geldi.
Ülkemizde modernleşme süreci “Tanzimat’tan bu yana” söylemleriyle anılırken, kökleri yüzyıllardır bu topraklarda filiz veren yerli düşünce ve edebiyat geleneği söz konusu olduğunda ilk akla gelen isimlerin bir şekilde Maraş’la ilişkili olduğunu görüyoruz; Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nuri, Pakdil, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu ve diğerleri.
Modern çağda “yerlilik” anlamında ülkemizin entelektüel birikimine en büyük katkının Maraş’ta filizlenmesinin nedenlerini sosyal bilimciler araştıradursun burada niyetimiz söz konusu düşünce ve edebiyat insanlarının eserlerine bakarak kentleşme serüveni üzerine bazı hatırlatmalarda bulunmak olacak. İsterseniz işe, şiirinde kuvvetli bir sese sahip olan Erdem Bayazıt’tan başlayalım. Öyle kuvvetli ki onun mısralarında “kelimeler kurşun gibi namluya sürülür”. Fakat bu yıkıcı olmaktan çok yapmaya, inşa etmeye, canhıraş bir şekilde korumaya çalışan bir insanın ruh halidir.
Maraş’ta bahçeler, bağlar arasında geçen bir çocukluktan sonra kendilerini Ankara’da beton uygarlığında bulan genç ve delişmen bir ruh dünyasının ortak tepkilerine tercüman olur. Ortak derken aynı dönemde aynı duyguları paylaşan bir edebiyat ve düşünce topluluğundan bahsediyoruz. Bu “gençler” düşünce ve duruş olarak Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’tan ilhamlarını aldıktan sonra Nuri Pakdil ustanın ellerinde ve gözetiminde dil ve üslup bakımından estetik zevklerini yoğurmuş, kendi kimliklerini bulmuş, kültür dünyamızda uzun yıllar grup olarak öncü bir rol oynamıştır.
Erdem Bayazıt şiirinde (Sebeb Ey, Akabe, 1979, syf. 9) şöyle diyor:
Beton duvarlar arasında bir çiçek açtı
Beton, şair için tabiata karşı savaş açan modern dünya uygarlığının bir sembolüdür. Buradaki tabiat hem çevre, ekoloji anlamındaki varlıktır, hem de insanın yaratılışına bir atıf vardır. Birini ihmal ederek ötekine ulaşamazsınız. Esasen yaşanan çevre felaketleri, insan tabiatına uygun olmayan değişimin sonuçlarından başka bir şey değildir. Burada şair ve arkadaşlarının bu şiirin yazıldığı dönemdeki ruh halini anlamaya çalışmakta fayda vardır. Urfa kökenli bir şair olan Akif İnan beton imgesi çevresindeki duygularını bakın nasıl ifade ediyor (Hicret, 2020, syf. 53):
Betonlar mezardır düşe sevince
Saksılar doğaya özlem eylemi.
Şiir bahçemizdi gökdelen oldu
Aklımıza nasıl bak gülen oldu
Modern kent olgusu, başkent Ankara’da şüphesiz çok önce kendini göstermiştir. Anadolu kentleri biraz da dönemin refah düzeyine bağlı olarak henüz bu “gelişmeden” nasibini alamamıştır. Eski devirlerin tabiat ve çevre ile barış içindeki hayatı hala devam etmektedir. Sonuçları görülmediği için “apartman” adı verilen yüksek beton binalar bir gelişme sembolü olarak algılanmaktadır. Ancak varlıklı insanların ulaşabildiği bir hayal.
Erdem Bayazıt ve arkadaşları eski zamanın izlerini taşıyan Maraş ortamından sonra geldikleri Ankara’da adeta büyük bir şok yaşadılar. Ankara, sosyologları günümüze kadar çokça meşgul eden “çarpık kentleşme” sorunlarını yaşamaya çoktan başlamıştır. Tepelerdeki yoksul gecekondularla düzlüklerdeki modern ve zengin apartmanlar arasındaki büyük çelişki. Merhum Akif İnan bu çelişkiyi beyitlerinde şöyle ifade ediyor (Hicret, 2020, syf. 36):
Sazdan bir yapıya dönüştü birden
Çürüyen bu kentin apartmanları
Kendilerini başkentte çeşitli memuriyetlerde bulan Maraş kökenli yazar ve şairler, bir “karabasan” gibi gördükleri büyük şehir ortamında yaşarken zihinlerinde karşılaştırma yapabilecekleri çok güzel eski günler vardır. Çocukluk özlemi sık sık şiirlere, hikâye ve yazılara konu olur.
Yaşadıkları tabiat üzerine bir “risale” yazmak, Erdem Bayazıt’a nasip olmuştur:
Yerden göğe doğru akan incecik ırmakları
Kendime mahsus bir tarzda dinlerdim ağaç bedenlerinde
O çınar, o cami, çınarlı cami suyun tadına vardığımız şadırvan
Gençlik anıları hayatımızdan bir parça olarak kalmış sokaklar
Nasıl da duyardık
Damarlarımızdan akan kanın
Şelâleler yaparak
Sağa sola saparak
Aktığını
(…)
Önce bir övgü ile geçiliyordu sabaha
Evrenin efendisi için açıyordu güller bir sabah selâsında
Hüseynî makamında söylenen bir selâda ve bizzat sonbahar bahçelerinde
Çam dalları arasından sızan rüzgârın soluğu
Sürekli zikir üzre pınarın sesi
Ve sonra ezana geçilmişti
O dağların üzerinde özgürlük meş’alesi gibi seyrettiğimiz
Bir kurtuluş kandili gibi idrak ettiğimiz
Tan yıldızı da doğmuştu
Bir dirilişi muştulayan horozlar
Kuzular kuşlar böcekler acıkan ve acıkmayan diğer yaratıklar
Doğan güne gülümseyen çocuklar
Ve sonra
Hepsini kuşatan
Ve kıyama duran
Kalbim
“Tabiatın içinde tabiatla birlikte.”
(Sebeb Ey, syf. 70, 75)
Bu şiiri yazdığında şair, 37 yaşındadır. Mısraları, bir kuşağın, bir edebiyat topluluğunun, belki tüm hemşehrilerin duygularına tercüman oluyor.
Bu noktada Rasim Özdenören’in özgün bir eserini hatırlayalım: Gül Yetiştiren Adam. Kısa bir roman diyebileceğimiz bu eserde kahramanımız, dışarıdaki çarpık gelişmelere tepki olarak eski Maraş’ta bahçeli evine kapanır ve kendini gül yetiştirmeye adar. Bu, asırlara dayanan geleneksel bir sembol (gül) üzerinden pasif bir direniş hikâyesidir. Gül, Peygamber Efendimizden başlayarak insanın temiz yaratılışıyla ilgili güzel şeyleri simgelemek üzere sanatçılar tarafından yüzyıllardır bir ifade aracı olarak kullanılmıştır. Adeta güzelliğin zirvesidir.
Yazar, direnmek için bahçesinde güller açan bir evi seçmiştir. Burada elbette bir alegori, bir sembolizm vardır fakat güzellik arayışı için seçilen mekân da önemlidir. Çocukluğun, saflığın öne çıktığı ilk gençlik yıllarında Maraş özelinde kentsel doku da saflığını korumaktadır. Şehrin ve insanların ruhaniyetleri birbirini tamamlamaktadır. Gül Yetiştiren Adam’ın bir yerinde şöyle anlatıyor Özdenören;
Ulu Cami’nin saçaklı minaresi göğü bir çınar kökü gibi sarıp kucaklamış, kuşlar uzun gagalarıyla –leylektir bunlar- saçağın altına yuva kurmuşlar, her zaman loş, serin olan cami avlusunda gelip geçen eksik olmaz.
Ulu Cami hala kucaklıyor mu göğü bir çınar gibi? Bilemiyoruz. Yazar, eskilerde kalmış bir dünyayı tasvire devam ediyor:
Gecenin karanlıklarında karanlığın engin, derin boşluğunda bir leylek takırdıyor, bir mitralyöz sesi gibi, karanlığı ve uzaktan Arkbaşı bayırlarını, Pınarbaşı’nın koruluğunu yokluyor, nar yaprakları ve vişne yaprakları, kavaklar hışırdayarak kıpırdanıyor, Pınarbaşı’nda koca bir ceviz ağacının altında, suları pırıl pırıl, berrak bir derecik, bir çocuk boyu yüksekliğindeki şelaleden dökülüyor, gül yapraklarının özüne sinmiş kırmızılıklar açılıp dağılıyor, tozlar gibi yayılıp dağılıyor, leylek yuvasına uzanıyor, hacı leylekler kıpırtısız gözleriyle bu kırmızı tozların gecenin içine sinmesini bekliyor, kendileri artık o saçak altındaki yalnızlıklarından bile uzakta olarak.
Arkbaşı bayırlarına, Pınarbaşı koruluğuna, oradaki koca ceviz ağacına o günden bu güne neler olduğunu, hacı leyleklerin nerelere gittiğini Maraşlı dostlarımız daha iyi bilecektir. Özdenören hem Maraş’ta hem de babasının mesleği dolayısıyla gittiği birçok Anadolu şehrinde o yılların çevre koşulları ve hayat tarzları hakkında önemli ipuçları veriyor. Maraş coğrafyası o kadar içine işlemiştir ki babasının tayini Malatya’ya çıktığında bir arkadaşı sorar:
- Malatya’da da böyle gökyüzü var mı?
“Ocak” isimli hikâyede kahramanımız yıllar sonra baba ocağı olan Maraş’a döner. Onun gözlerinden eski şehir hayalimizde canlanır:
Sonbaharın ilk yağmuru olmalıydı bu. Bir yerlerden, belki eskimiş evlerin aralarından, sessizliklerden, olmayan fenerlerin ışıklarından, olmayan sokaklardan, bitki solumalarından, dünyanın döşünden, kış günlerinden, altımıza serdiğimiz savanlardan, horoz tüylerinden, patlamış kabarcıklardan, işte böyle bir yerlerden kurumuş sarmaşık, hanımeli kokuları yayılıyordu. Eski bahçelerimizden/çocukluğumuzun ne derin bahçeleriydi onlar: boy vermeyen yeni dünya ve limon ağaçlarıyla ve dökülmüş, sasımış gazelleriyle/ yayılırdı bu koku.
Şimdi bir başka önemli hikâyeye gelelim: “Sabahın Seher Vaktinde Aman”. Burada doğup büyüdüğü şehri ne güzel tanımlıyor! Burası, “denizin bilinmediği, kimsenin deniz görmediği bir yerdir”. Bahçeli evlerde, sokaklarda geçen o doyumsuz çocukluk günleri en büyük ilham kaynağıdır:
Yatsı dağılınca doğallıkla eve gideceğine yönünü birden değiştirmişti, kararsız yürüyordu. Sokak lambaları seyrekti. Bozulmuşlar ya da yakılmaları unutulmuş. Bu yüzden sokaklar koyu gölgelerle dopdoluydu. Tahta evlerin pencerelerinden, tüllerin, ince basmaların ardından donuk, pörsümüş ışıklar sızıyordu sokaklara. Evlerin önünde karşılıklı kapılara oturmuş dedikodu yapan kadınlar, gün batımından sonra sokakta oynamanın tadını çıkaran çocuklar vardı.
Yazımızın sınırlarını aşmamak için özetle not almak gerekirse, bu şiir, hikâye ve anılarda henüz tarihi kimliğini kaybetmemiş mahallelerde, bahçeli geleneksel mimarideki evlerde yaşanan özgün ve tabii hayatları izlememiz mümkündür. Öyle ki bu kendine has zengin dünya, yazar ve şairlerimiz için tükenmez bir hazine olmuştur. O döneme ait hatıralarda, anlatmaya, paylaşmaya değer çok şey vardır. Maraşlı yazarların, şairlerin, kent plancılarına yol göstermek, ilham vermek için ellerinden geleni yaptıkları anlaşılıyor.
Maraşlı bir dostumuzun duygularını paylaştığı nottan yola çıkarak yaşanan büyük deprem dolayısıyla kentleşme sürecimiz üzerine biraz düşünme imkânı bulduk. Tanıdığım Maraşlı dostlarım hep güçlü bir karaktere, zengin kültürel birikime sahip, aynı zamanda kendilerini ait olarak hissettikleri topraklarla olan gönül bağını korumaya özen gösteren insanlardır. Sevgili dostum Ali Karaçalı ile mektup çağında nice yazışmalarımız oldu. Ondan gelen ve Maraşlı ustaların ince işçiliğine benzeyen zarif el yazısıyla kaleme aldığı mektupları, aziz bir hatıra olarak saklıyorum. Ona verdiğim cevapları, “Batı Park’ta Bakkal Mehmet Akkanat eliyle” adresine gönderirdim. Batı Park’ı hep merak ederdim, ama gitmek nasip olmadı. Bilmem yerinde duruyor mu? Hiç görüşmediğim Mehmet Akkanat’a selam olsun.
Bu şehir her şeyden önce insanda geleneksel kültürün ve el sanatlarının yaşadığı izlenimi veriyor. Belki bu nedenle yıllar önce kızıma bir çeyiz sandığı almak istediğimizde ilk olarak Maraşlı ustalar aklıma geldi. Ege ve Akdeniz dâhil birçok bölgemizde gittiğim camilerde Maraş’ın ince zarif ahşap oyma işçiliğine ait minber, mihrap gibi eserlere rastladım. Maraş çarşılarında ustalar yüzyılların birikimini yaşatarak bakır kaplara, ahşap oymalara hünerli elleriyle şekil verirken aynı ustalığın, tecrübenin kent dokularına, binalara neden işlenemediği üzerine çok düşünmeli, muhasebesini ona göre yapmalıyız.
Çarpık kentleşme, tabiatı ve hatıraları yok ederek bugünlere kadar geldi. Şehir kimliği, birikime ve hatıralara dayanır. Onları kaybederseniz, üzerine geleceği inşa edeceğiniz bir temel bulamazsınız.