Sosyal medyanın Suriyelilerin imajına etkisini anlamak ve dezenformasyondan sakınmak için yapılabilecek ilk şey bu platformların yapısını ve mesajların nasıl yayıldığını fark etmek. Bunu başardığımızda gördüğümüz içeriklere daha sorgulayıcı bir perspektiften bakmayı başarabiliriz. Ama nefretin sadece sosyal medyadan ortaya çıktığını, aslında insanların sütten çıkmış ak kaşık olduğunu düşünmek de naiflik olacaktır.
Elif Nuran ÖZGÜN-ALBOSHI

Büyük sorunlar, büyük çözümleri gerektirir. Şüphesiz 6 Şubat depremini yaşadıktan sonra da belki halı altına süpürdüğümüz belki de varlığından bile haberdar olmadığımız bin bir türlü sorunumuzu masaya yatırmanın zamanı geldi. Altyapı sorunları, müteahhitler, inşaatta malzeme kalitesi ve benzeri konular sağ olsunlar birçok akademisyen ve toplumsal figür tarafından konuşmaya açıldı. Ancak çok sık dillendirilmeyen, gündeme getiren kişilerin ise adeta diline pul biber sürülen tatsız bir konu yine sessiz kaldı: Sosyal medyada mültecilere yönelik nefret söylemi. Ne zaman bu başlıktan bahsetsem biliyorum ki birçok insan “Bir bu derdimiz mi kaldı?” diye hayıflanıyor. Ne acı ki bir bu derdimiz kalmamış olsa da bu konu kesinlikle dertlerimizin içinde sayılmalı. Sayılmalı, çünkü insanız ve birlikte yaşamanın zenginliğine ve insan haklarına inanıyoruz.
6 Şubat depreminden en çok etkilenen 10 şehir, Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin de büyük bir kısmına ev sahipliği yapıyordu. Geçmiş zaman ekiyle söylüyorum çünkü şu an ne ev kaldı ne de sahip… Ocak ayındaki verilere göre bu 10 şehirde 1 milyon 738 bin 884 Suriyeli geçici koruma sahibi kişi yaşıyordu.[1] Türkiye’de bu statüye sahip toplam 3,7 milyon kişi olduğunu göz önüne alınca görüyoruz ki Suriyelilerin yaklaşık yarısı depremden etkilenmiş durumda. Hatırlatmaya lüzum yok ama yine de söyleyelim, deprem ve acılar ırk ayırt etmiyor. Bir şehri deprem vurduğunda ateş her haneye düşüyor, haliyle Suriyeli-Türk gibi yapay ayrımların hepsi görünmez oluyor.
Depremi takip eden günlerde bölgede yaşayan Suriyelilerin yol izni almadan başka şehirlere gidip gidemeyeceği başta olmak üzere akıllarda birçok soru oluştu. Göç İdaresi Başkanlığı’nın geç kalan ve net olmayan açıklamaları yüzünden Suriyeli aileler ne yapacağını bilemez halde ortada kaldı. Ardından bazı KYK yurtlarına Suriyeli mültecilerin kabul edilmediği ortaya çıktı. Yaşananlar hem sistemdeki ve açıklamalardaki belirsizlikten hem de sahadaki bazı kimselerin olumsuz yönde inisiyatif almasından kaynaklandı. Sistemsizlik ve belirsizlik başka bir yazının konusu olabilir. Burada ise tartışılması gereken mevzu, kişisel inisiyatifler ve bunların kaynağı. Bu zaviyede KYK yurtları örneğinden ilerleyebiliriz. Depremden yalnızca 4 gün sonra sosyal medyada yayılan yanıltıcı içerikli bir video ile “Suriyelilerin Mersin’deki KYK yurdunda kız öğrencileri taciz ettiği ve odalarda nargile içtiği” iddia edildi. Hemen ardından CHP Mersin Milletvekili Ali Mahir Başarır yurt müdiresi ile birlikte açıklama yaparak videoların gerçeği yansıtmadığını, yurtta Türk ve Suriyeli depremzedelerin birlikte barındığını açıkladı. Buna rağmen sosyal medyada bir delinin kuyuya attığı taşı kaç milyon akıllı birleşip çıkaramadı. Sahadaki bazı görevliler ne yazık ki ırkçı dalgaya kapılıp Suriyeli depremzedelere ayrımcı davranışlarda bulundular. Bu davranışların birçoğunun kaynağı da sosyal medyada yayılan yalanlar oldu. 10 Şubat’taki yurt dezenformasyonundan itibaren her gün iddialar şiddetlendi. Bir gün “Suriyeliler yağmacı” oldu, öteki gün “Afgan kaçak göçmenler enkaz altında kalan kadınların kolunu kesip bileziklerini çaldılar”. Bu iddiaları ortaya atan bazı kullanıcılar emniyet güçleri tarafından sorgulandı. İlginçtir, iddialarının kaynağı sorulunca hepsi aynı cevabı verdi: “Öyle duyduk”. Herkes birbirinden duyup sorgulamadan aktardıkça yalanlar da bir kartopu gibi büyüdü büyüdü ve nihayetinde barınacak yer bulamayan, Hatay’da mezarlıkların yanında uyumaya çalışan hatta bazılarına su dahi verilmeyen Suriyeli depremzedeleri ezdi geçti… Hep isim vermeden ve genelleştirerek verdiğim örneklerin yanında bir de olayın siyasetçiler boyutu vardı. İsimlerini anmakta beis olmamasının yanında fayda olacaktır; Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ, Memleket Partisi Genel Başkanı Muharrem İnce ve Bolu Büyükşehir Belediyesi Başkanı Tanju Özcan başta olmak üzere bazı siyasetçiler “Hatay’ı Suriyelilerin ele geçireceğine”, “sınırlarımızın açık olduğu ve ülkemize Suriyelilerin akın ettiğine” ve “Suriyelilerin deprem bölgesinde cep telefonlarını çaldığına” kadar akla hayale gelmeyecek iddialar ortaya atıp, sosyal medyada paylaştılar. İddiaların tamamı bağımsız teyit kuruluşları ve resmî kurumlar tarafından yalanlandı. Buna rağmen birçok insan anlatılanların gerçek olduğunu düşünmeye devam ediyor. Bu dezenformasyonu takiben yaşanan Omar Hassoun olayına bakarsak, siyasetçilerin sosyal medya üzerinden çıkardığı yaygaranın gerçek hayata nasıl yansıdığını da görebiliriz. 12 yıldır ailesiyle Hatay’da yaşayan Hassoun’un iki çocuğu depremin ardından enkaz altında kaldı. Çocuklarının sesini duyabilmek için enkazın başında Arapça olarak “Ahmet, Cemal! Sesimi duyuyor musunuz?” diye seslenirken kendisine bir grubun yaklaştığını fark etti. Sosyal medyada dolaşan iddiaların etkisinde kalan bir grup insan, yalnızca Arapça konuştuğu ve bir enkazın başında durduğu için Hassoun’un da yağmacı olduğuna hüküm getirdi. Acılı babayı öldüresiye döven ve asla dinlemeyen grup nihayetinde Hassoun’un başına silah dayadı.[2] Örnekten görüldüğü üzere sosyal medyada başlayan nefret sosyal medyada kalmıyor. “#ÜlkemdeSuriyeliİstemiyorum” hashtagiyle atılan tweetler kullanıcıların sadece birkaç saniyesini alsa da gerçek hayatta çocuklarını enkaz altından kurtarmaya çalışan bir babanın neredeyse hayatına mal olabiliyor.
Tüm süreç göz önüne alındığında deprem sonrasında Suriyelilere yönelik dezenformasyonların büyük bir kısmının kaynağı sosyal medya olarak görülüyor. Peki durum neden böyle? Kanadalı iletişim teoristi Marshall McLuhan bir kitabında şu ifadelere yer veriyor: “Ortam/araç mesajın ta kendisidir”[3]. 1964 yılında yapılan bu tespit öyle popüler oluyor ki, şu an neredeyse dünyadaki tüm iletişim fakültelerinde McLuhan’ın eserleri okunuyor. Zikrettiğim cümle özetle şu anlama geliyor: Bir mesajın üretildiği ve iletildiği ortam (televizyon, sosyal medya, geleneksel yazılı medya, gazeteler…) o kadar önemlidir ki mesajın anlamını ve nasıl anlaşılacağını belirler. Bu bakış açısını benimseyerek neden nefretin en çok sosyal medyada yayıldığına bir açıklama bulabiliriz. Zira sosyal medya birçok özelliği itibariyle yanlış bilgi ve ırkçılığın yayılmasını kolaylaştırıyor. Bu özelliklerden ilki anonim kalabilmek. Sosyal medya ortamının bu özelliği, insanların tanımadıkları kişiler ve yaşamadıkları olaylar hakkında gerçek hayatta konuşamayacakları kadar sert ve kaba konuşmalarının önünü açıyor. Ayrıca yalan söylemek ve iftira atmak da anonim kalanlar için kolaylaşıyor. Sosyal medya içeriklerinin hızlı tüketilen trendlere dayanması yine dezenformasyonu kolaylaştırıyor. Bilgisi ve hatta ilgisi olmasa bile her trend hakkında yorum yapmak ve geri kalmamak isteyen milyonlarca kullanıcı içeriklerin doğruluğunu kontrol etmeden galeyana gelerek yanıltıcı paylaşımlarda bulunuyor. Şu ana kadar bahsedilenler yalnızca gerçek kullanıcılara dair noktalar. Bunların yanında sosyal medyada “troll” yahut “bot hesap” denilen makine yapımı milyonlarca hesabın bulunduğu ve belli paralar karşılığında bu hesapların gündem belirlemede adeta bir silah olarak kullanıldığı bugün yaygın olarak bilinen bir gerçek. Biz yine de konudan sapmamak adına sosyal medyadaki gerçek insanların gerçek nefretleri ve bunların gerçek hayata yansımalarından bahsetmeye devam edelim.
Deprem sonrası süreçte sosyal medyada çok da fark edilmeyen ancak sayısı azımsanmayacak kadar çok olan empati içerikli paylaşımlar da dolaştı. Bu paylaşımlarda kullanıcılar deprem sonrasında Suriyelileri daha iyi anladıklarını çünkü kendilerinin de onlar gibi evsiz kaldıklarını ifade ettiler. Geçmişte Suriyelilere yönelik ırkçı davranış ve düşüncelere sahip olan bazı kullanıcıların pişmanlıklarını ifade ettiklerine ve evini terk etmenin ne kadar acı bir deneyim olduğunu anladıklarına şahit olduk. Ayrıca sahada çalışan birçok gönüllü Suriyeli depremzedelere yönelik ırkçı davranışta bulunmadı, çoğunlukla yardımlaşma ve dayanışma hakimdi. Yukarıda anlattığım Omar Hassoun’un hikayesi yayınlanır yayınlanmaz sosyal medya platformlarında yüzlerce insan yaşanan duruma dair üzüntü ve utançlarını dile getirdiler. Ancak bu güzel paylaşımlar her seferinde olduğu gibi kötü paylaşımların arasında kayboldu. Bunun altında bir iletişim teorisinden ziyade bir insan davranışı ve sosyal medya algoritması yatıyor. Gazeteci Johann Hari, Çalınan Dikkat kitabının ikinci bölümünde Facebook başta olmak üzere çeşitli sosyal medya şirketlerinin eski çalışanlarıyla yaptığı röportajlarla “sosyal medya algoritmasının nasıl çalıştığını” yani “sosyal medyada karşımıza çıkan içeriklerin neden çıktığını” anlamaya çalışıyor.[4] Bu röportajlar sonucunda “negativity bias/ olumsuzluk ön yargısı” ismindeki bilişsel ön yargıyı fark ediyor. Psikoloji uzmanların ifadelerine göre insanlar kendilerini sinirlendiren ve dehşete kapılmalarına neden olan içeriklere daha uzun süre bakıyorlar. Tüm sosyal medya şirketlerinin ortak amacı da “insanların sitede/ uygulamada daha çok vakit geçirmesini sağlamak”. Bu yüzden de birçok sosyal medya hesabımızda, gördüğümüzde sinirleneceğimiz, tepki vereceğimiz, yorum yapacağımız içeriklere maruz kalıyoruz. Haliyle sosyal medyada nefret, güzelliklerden çok daha hızlı yayılıyor. Linç kampanyaları, tebrik ve takdir etme kampanyalarından daha çok katılımcı buluyor. Üstelik yalanlanan içerikler silinse de başka binlerce hesap tarafından paylaşıldığı için dezenformasyonun önüne geçilemiyor.
Sosyal medyanın Suriyelilerin imajına etkisini anlamak ve dezenformasyondan sakınmak için yapılabilecek ilk şey bu platformların yapısını ve mesajların nasıl yayıldığını fark etmek. Bunu başardığımızda gördüğümüz içeriklere daha sorgulayıcı bir perspektiften bakmayı başarabiliriz. Ama nefretin sadece sosyal medyadan ortaya çıktığını, aslında insanların sütten çıkmış ak kaşık olduğunu düşünmek de naiflik olacaktır. Herhangi bir sebep ve süreç sonucunda ülkemizde enkaz altındaki evlatlarını arayan Suriyeli bir babanın başına silah dayanıyorsa bunun sorumluluğu sadece Facebook ya da Twitter’ın değil senin, benim, hepimizin üstündedir. Her şeyden önce suçu kabullenmek, yaşanan nefreti görmek ve sonra ağzımızdan ve klavyemizden çıkan her söze “bu cümlenin ve yol açacaklarının sorumluluğunu tamamıyla kabul ediyor muyum?” sorusunu sormak gerek. Ancak bu şekilde depremin evlerimizi yıksa da kalbimizi ve vicdanımızı yerle bir etmediğini iddia edebileceğiz.
[1] Türkiye’deki Suriyeli Sayısı Ocak 2023. (2023, 01, 19). Mülteciler Derneği. https://multeciler.org.tr/turkiyedeki-suriyeli-sayisi/#:~:text=T%C3%BCrkiye’de%20kay%C4%B1t%20alt%C4%B1na%20al%C4%B1nm%C4%B1%C5%9F,201%20bin%20471%20ki%C5%9Fi%20azald%C4%B1.
[2] Kandemir, E. Z. (2023, 02, 21). Yağmacı Zannedilerek Dövülen Suriyeli Depremzede: Omar Hassoun. Perspektif. https://perspektif.eu/2023/02/22/yagmaci-zannedilerek-dovulen-suriyeli-depremzede-omar-hassounun-hikayesi/
[3] McLuhan, M. (1964). Understanding Media: The Extensions of Man. [1st ed.] New York, McGraw-Hill.
[4] Hari, J. (2021). Stolen focus. New York: Crown.