Depremden Sonra Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak mı?

Muhtemelen önümüzdeki birkaç yıl içinde deprem bölgesindeki şehirler yeniden inşa edilecek, bölgede inşaat yapan ve denetleyen kişiler yönetmeliklere daha fazla uyacaklar. Ancak bunlar büyük bir şokun çok taze gölgesi altında yaşanacaktır, bunların bireylerde yerleşik bir davranış haline gelmesi çok uzun zaman alacaktır.

Vejdi BİLGİN

Prof. Dr., Uludağ Üni. İlahiyat Fak., Felsefe ve Din Bilimleri Böl., Din Sosyolojisi

Bazı günler toplumların tarihlerinde dönüm noktaları olarak kabul edilir. Bunların başında, milli bayramlarda kutlanan günler gelir. Ayrıca büyük kişilerin ölümü, bir afet ya da bir başka önemli olay tarihiyle birlikte toplumun, hatta küresel toplumun hafızasına kazınır, gündem oldukça tazelenir, olmazsa unutulur. Her birimizin hafızasında, aslında çok sık duyduğumuz ama şu anda ne ifade ettiğinden emin olamadığımız tarihler vardır. 11 Eylül saldırıları neydi, niye bir üniversitemizin adı 9 Eylül’dür, 6-7 Eylül Olayları derken ne kast edilmektedir?

Bu tarihlere şimdi 6 Şubat eklendi. Bununla birlikte aslında her sene az çok gündeme getirilmeye çalışılsa da unutulmaya yüz tutmuş 17 Ağustos’u yeniden hatırladık. Deprem depremi hatırlattı, toplumsal hafızanın derin dehlizlerine itilen bir günü yeniden canlandırdı. Oysa unutmuştuk ve 6 Şubat olmasaydı unutmaktan da şikâyetçi değildik. Kimse kötü şeyleri hatırlamak istemez, şairin dediği gibi: “Ey unutuş! Kurtar bu gamlardan beni.”  Unutmak, kendini aldatmanın bir aracıdır. Gazete haberlerine göre 6 Şubat’tan önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi binaların depreme dayanıklılığını test etmek için 107 bin binaya gitmiş, sadece 29 bin 700 bina sahibi test için izin vermiş: “Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış! / Aldan, gelmiş olsa bile ümitsiz kış.” 6 Şubat İstanbul’un kapısında bekleyen kara kışı hatırlatınca, depremin üzerinden bir hafta geçmeden belediyeye 40 bin civarında test başvurusu yapılmış. Öyle ise 6 Şubat’ın Türkiye için bir milat olduğunu söyleyebilir miyiz?

Milat dilimize Arapçadan geçmiş bir kelime ve “doğum vakti” anlamına geliyor. Teknik bir terim olarak Hz. İsa’nın doğumu anlamında, genel bir kavram olarak ise herhangi bir dönemin başlangıcı anlamında kullanılıyor. Bazı insanlar “6 Şubat’tan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak,” diyorlar. Daha çok Amerikan filmlerindeki bir replik olan bu ifade bireyin/toplumun psikolojisine, siyasete, şehirleşmeye varıncaya kadar pek çok şeye işaret ediyor. Depremzedelerin psikolojileri bir yana gerçekten büyük bir değişim olacağını öngörebilir miyiz? Bu sorunun cevabını verebilmek için toplumsal değişimin doğası üzerinde biraz durmak gerekiyor.

Değişimin Doğası

Değişim, bir toplumda meydana gelen büyük çaplı farklılaşmalar anlamına gelir. Bu farklılaşmalar aile, siyaset, ekonomi, hukuk, iletişim, serbest zamanlar… diye adlandırdığımız kurumların meydana geldiği zihniyet ve davranış kalıplarının bütününde, yani toplumsal yapıda görülür. Esas olarak toplumlar sürekli bir farklılaşma içindedir; bugün dünden farklıdır, yarın da bugünden farklı olacaktır. Ancak binlerce davranış kalıbı içinde gerçekleşen bu küçük farklılaşmalar çoğunlukla görülmez. Görünür olanlar bazen bir kuşaklık (20-30 yıl), bazen yarım asırlık farklılıklardır. Dolayısıyla mikro ölçekte bakıldığında değişmediğimizi sanırız, geniş açı ile baktığımızda değişimden başka bir şey görmeyiz. Esasında yaşadığımız değişim ve süreklilik yani toplumsal akıştır. Toplumlar normal akışları içinde önemli farklılaşmalar göstermezler, ani değişimler travmatik olaylarla, örneğin bir savaş veya doğal afetle meydana gelir. Ancak ülkemizde yakın dönemde yaşadığımız iki önemli travmatik olay, bize toplumun kolay kolay akışını bozmadığını gösterdi. Bunlardan biri 17 Ağustos 1999 tarihli Gölcük Depremi, diğeri ise 2019’un sonlarında başlayan Covid19 Salgını’dır.

Yakın Tarihteki İki Büyük Olay Neyi Ne Kadar Değiştirdi?

Covid19 Salgını ile bütün dünya 2020’nin ilk aylarında büyük bir kapanma içerisine girdiğinde salgın sonrasına dönük pek çok tahmin yapıldığını gördük. Bu büyük kapanmanın bireysel ve toplumsal anlamda çok önemli değişimlere yol açacağı öne sürüldü. Ancak daha salgının ikinci yılında toplum reaksiyon göstermeye başladı, hükümetler kapanma tedbirlerini uygulamakta zorlandılar. Bugün, üç yıl sonra topluma baktığımızda, bir takım şeylerin değiştiğini görüyoruz. Ancak bunlar öngörüldüğü gibi büyük ölçekli değişimler değildir. Örneğin, zaten gözlenen bir eğilim olarak internet üzerinden alışverişler arttı, aynı şekilde internet üzerinden kurslar yaygınlaşmaya başladı, ancak büyük şirketler daha küçük bina hacmi, daha az ısıtma-aydınlatma giderine rağmen evden çalışmaya dönmediler. Herkesin evine çekildiği bir dönem sonrasında alışveriş merkezleri, lokantalar, kafeler, eğlence mekanları azalmadı. Yaşanan olay ne kadar travmatik olursa olsun birkaç sene içinde zihniyetin, alışkanlıkların, davranış kalıplarının değişmesinin mümkün olmadığını tecrübe ettik. Hatta bunu sağlık konusunda da gördük: Hastanelerde maske takma zorunluluğu devam etmesine rağmen koridorlarda çok sayıda kişi maskesiz dolaşıyor. Oysa böylesi bir salgından sonra hastaneye maskesiz girmek bir tarafa toplu ulaşım araçları, spor salonları, alışveriş merkezleri gibi kalabalık yerlerde insanların çoğunun maskeli olması beklenirdi.

Yakın tarihimizin en önemli olaylarından biri olan Gölcük Depremi’nde resmi rakamlara göre 18 bin civarında insan vefat etti. Depremden ülkenin sanayi ve ekonomi üçgeni olan Kocaeli, İstanbul ve Bursa doğrudan etkilendi. Devletin, toplumun ve bilim dünyasının gündemine deprem girdi; bir taraftan imarla ilgili yasal düzenlemeler yapıldı, diğer taraftan deprem konusunda bilinçlenme yaşandı. İnsanlar yeni evlere yöneldiler, evlerinde deprem çantaları hazırladılar, çadırlar, düdükler aldılar. Ancak 6 Şubat depremi meydana geldiğinde depremin sürekli konuşulduğu İstanbul’da en kötü evlere bile müşteri çıkıyor, muhtemelen hiçbir evde de deprem çantası bulunmuyordu.

Toplumsal Değiş(me)mede İnsan Faktörü

Peki, 6 Şubat’tan sonra ne değişecektir? Esasında kimse inşaatla ilgili tekniklerin ve yasal düzenlemelerin eksikliğinden söz etmiyor. Nitekim deprem bölgesinde yıkılan binaların çoğunluğu eski tarihli. Ancak yeni binalar, hatta siteler de yıkıldı, bunlarda da pek çok can kaybı yaşandı. İşte burada devreye insan faktörü giriyor. Siz bütün bilimsel ve teknik gelişmelere göre mühendislik hesaplarınızı ve yasal düzenlemelerinizi gözden geçirseniz bile demiri bağlayan bir işçi, betonu sulayan bir bekçi, inşaatı denetleyen bir mühendis, oturma iznini veren bir müdür. Yönetmelikler bir kaç aylık sürede değiştirilebiliyor ancak bunları uygulayacak insanların bilgi, zihniyet ve performans anlamdaki değişimi on yıllarda, bazen de birkaç kuşakta gerçekleşiyor.

Muhtemelen önümüzdeki birkaç yıl içinde deprem bölgesindeki şehirler yeniden inşa edilecek, bölgede inşaat yapan ve denetleyen kişiler yönetmeliklere daha fazla uyacaklar. Ancak bunlar büyük bir şokun çok taze gölgesi altında yaşanacaktır, bunların bireylerde yerleşik bir davranış haline gelmesi çok uzun zaman alacaktır. Marmara gibi yakın tarihte büyük bir yıkım yaşayan yerler dâhil olmak üzere geri kalan bölgelerde ise bir değişimden söz etmek daha güç. Örneğin böyle bir deprem sonrası müteahhitlerin kentsel dönüşüm için verdiği teklifleri kabul etmeyen kişilerin ellerinde ne var ne yok satarak, zira bazen dairenizin üstüne para vermeniz gerekiyor,  binalarının yenilenmesi için çaba göstermesi beklenir.  Veyahut her seçim arifesinde gördüğümüz üzere iki kat için temel atılmış binaların üstüne çıkılan kaçak kat inşaatlarının hemen sahipleri tarafından durdurulması gerekir. Ancak bunun hiç de böyle olmadığını görüyoruz.

Yasal bir düzenleme yapmakla bu düzenlemenin hayata geçirilmesinin aynı şeyler olmadığını, insanların değişiminin yasaların değişiminden çok daha uzun zaman aldığını ifade ettik. Konu deprem ve binalar olduğunda, buradaki insan faktörünü dört başlık altında toplayabiliriz: 1) Bir ev satın almak isteyen insanlar, 2) Bina yapıp satarak geçimini sağlayan insanlar, 3) Binaların denetimi yapan, iznini veren insanlar, 4) Ülkedeki inşaat politikasını düzenleyen insanlar.

Ev almak isteyenler, her zaman için en uygununu ararlar hatta ceplerinde yeteri kadar paraları yoksa kaçak bina veya kat yapmaya yönelirler. Müteahhitler, her zaman en az maliyetle bina yapıp kârlarını artırmayı düşünürler. Binayı yapanların ve oturanların bu tutum ve davranışlarını hem bireyin hem de toplumun faydası açısından denetim altında tutacak olanlar, memurlar ve siyasetçilerdir. Memurlar rüşvet veya yakınlık gibi bireysel bir takım çıkarlar devreye girmedikçe yönetmeliklere uymaya çalışırlar, hatta güçlü cezalardan dolayı görevlerini daha iyi yapmak isterler. Ancak iş yerel ve ulusal düzeyde siyasete gelince durum değişir, çünkü siyasetçi oy almak amacındadır ve insanların kısa vadeli bireysel çıkarlarını uzun vadeli genel çıkarlara tercih ettiğini bilir. Bu yüzden imarsız yapılara göz yumar, elektrik ve suyunu verir, zaman zaman imar afları çıkarır. Örneğin seçim sath-ı mâiline girdiğimiz şu günlerde, 6 Şubat gibi büyük bir deprem yaşanmışken belediyelerin kaçak katlara müdahale ettiğini görmüyoruz. Şüphesiz siyasetçi de bu toplumun ortalama bir ferdidir, hatta siyasete atılmadan önce başka işler yapan birisidir, yerel veya ulusal düzeyde karar alma mekanizmalarının başına geçtiğinde toplumun ortalama yapısının dışına çıkamaz. Bundan dolayı toplumlar, salt yasal düzenlemelerle değişmezler.

Sonuç olarak, bir şeyin bir daha eskisi gibi olmaması için onu daima hatırlamak ve o şeyin getirdiği zorluklara karşı bireysel ve toplumsal olarak karşı çıkacak imkânlara sahip olmak gerekir. Oysa insan nisyan ile maluldür, her daim hatırlasa bile değişimden korkar ve değişim çoğunlukla onun elinde değildir.

Ama inşallah bütün gözlem ve değerlendirmelerim yanlıştır.