Yeryüzü bir mektep, biz de öğrencilerdik. Enkazlardan da bir şeyler öğreniyorduk, hayatlardan da.
Ahmet GÜLCAN

6 Şubat 2023, şüphesiz binlerce insan gibi benim de hayatımda derin izler bırakan, ülkemiz tarihinin en büyük felaketiydi. 1999 Marmara, Van, Elazığ depremlerini medyadan görmüş, bazılarında yardım çalışmalarında bulunmuş; 2020 İzmir depremini birebir yaşamış ve sahada koordinasyonlarda görev almış biri olarak 2023 Kahramanmaraş merkezli bu depremle beraber ben de kendimi enkaz altında hissettim. İlk hafta İzmir’de yardım çalışmalarının koordinasyonunu sağlarken, sürekli sahaya gitmenin fırsatını kolluyordum. Evime çok geç geliyor, hemen saha çalışmalarına dönüyordum. Çocuklarımın felaketin boyutlarının bende oluşturduğu hem psikolojiyi hem de çaresiz halimi görmelerini istemiyordum. Bölgeden gelen haberler, çok fazla insanın kalabalıklar oluşturduğu, trafik sorunu olduğu, bunun profesyonel ekiplerin işini zorlaştırdığı yönündeydi. Zaten “yaşamın kıyısında olan hayatları” kurtarabilecek bilgisi ve eğitimi olan insanların sahada olması gerektiği, her sesin her nefesin en kıymetli anlarında bize de faydalı olacak ortamlar olacağını biliyordum. Tam da böyle zamanlarda insanın faydasını, kalitesini ortaya çıkaran ve katlayan bir şey vardır, o da içinde olduğu ekip ve ne yapmak istediğini bilmesidir. Mensubu olduğum hareketle beraber bölgede bir aşevi açmaya karar verdik. İnsan Vakfı, bölgenin en çok ihtiyacı olan noktalarında aşevleri açmış, gelen yardımlarla binlerce insana sıcak yemek imkânı sağlıyordu. İzmir olarak biz de Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Avşar Kampüs alanında kurulan çadır kent noktasında çalışma kararı aldık. Başlangıçta 150 çadırın olduğu, spor salonları ve dersliklerin dahi kullanıldığı yerde, çadır sayısının gün geçtikçe arttığı lokasyonda biz de başta İzmirli kardeşlerimizin yardımlarıyla aşevi açtık. Ocağımız yok, tüpümüz yok, gıda ürünlerinin hiçbiri yok ve bunlar olsa dahi yemek yapacak ustamız yok. Bu kadar yokluk içerisinde inanmış birçok insan vardı. İnsan ve Medeniyet Hareketi İzmir Başkanı Uğur kardeşim, Ege Profesyonel Aşçılar Derneği’nden onlarca aşçıyı ayarlamıştı. İnsanların desteği bir anda bir tır gıdayı doldurmuş, ikinci tıra hazırlık başlamıştı. Gençler canhıraş koşturuyor, nerede yardım kolisi duysalar topluyorlardı. Kısa sürede, aşevi kurulması için gerekli 11 aşçı, 16 delikanlı, iki tır her türden gıda, hijyen malzemesi, ocak, tüp ve tüm ekipmanlar hazırlandı. Gerçekten yürekli insanlar bu dönemde daha görünür olmaya başlamıştı. Artık yolculuk başlayabilirdi, dualar eşliğinde kahraman şehir Maraş’a gidebilirdik. Zonguldak’tan kardeşlerimiz bir tır destek verdi. İki tır, bir otobüs ve bir binek araçla Maraş’a varmıştık. Yola çıkmadan önce hepimiz; yatacak yer olmayabilir, yiyecek ekmek uzun süre bulamayabiliriz psikolojisinde ve bilincinde gittik. Çünkü bölgeden sürekli bu tarz haberler geliyordu, yük alacaksanız gelin, yük olmaya gelmeyin deniliyordu. Biz de tam da bunun için gitmeye karar vermiştik. Hanımlarımızın ikramlıkları, çocuklarımızın harçlıkları, analarımızın ve babalarımızın duaları ile yola çıktık.
Depremle belki de en zor günlerini yaşayan Maraş’ta bizi ilk karşılayan, inanılmaz derecede soğuk olan havaydı. Sahada hemen hemen herkes kar maskesi takmak zorundaydı. Öyle sıkı giyinmiştik ki, ekip arkadaşımızı tanıyamıyorduk. Rüzgârla beraber soğuk, daha sert hissettiriyordu kendisini. Yirmi askerin çadır kurmakta ne kadar zorlandığını gördük. Ama biz buraya bir şeyler yapmaya gelmiştik. Gençlerin enerjisi, yavaş yavaş üzerime doğru gelmeye başlıyordu. “Hadi abi, ne yapıyoruz, bir an önce kuralım aşevini!” diye. Kimse soğuğu, rüzgârı hissetmiyordu galiba. Beraber gittiğim arkadaşlarım ve bizi yolcu eden insanlar, inanın günlerdir, yediği yemekten tat almıyor, uykuları kaçıyor ve onlar adına üşüyordu. Kendimiz için de bizlere bu imkânları sağlayan inanan tüm kardeşlerimiz için de bir an önce faydalı olmak istiyorduk. AFAD sorumlusu arkadaşımızın yer göstermesi, üniversite yönetiminin destekleri ile aşevi kuracağımız alan belli olmuştu ve hızlı bir şekilde hazırlıkları tamamlayıp 36 saat sonra ilk kazanımızı kaynatmayı başarmıştık. Kolay değildi, onca zorluk içinde aşevi kurulacak, iki tır malzeme indirilecek, ocaklar ayarlanacak ve kazanlar kaynayacak. Emin olun, sadece bizim çabamızla olacak bir şey değildi bu. İşte olaylar, asıl ondan sonra başladı. Depremzedeler de tır indirirken bize yardım ediyordu. Düşünsenize mal, mülk her neleri varsa enkaz altında kalmış, çocukları, eşi hayatta ise şayet, bir parça ekmek, bir ısıtıcı ya da kıyafet ne bileyim çok basit bir şeye bile muhtaçken, o muhtaç olduklarını depoya taşıyor, mahcubiyet ve utangaçlıkla istemiyor, almıyor ya da çalmıyor. Bir de iş bittikten sonra “abi yine yardıma ihtiyacınız olursa, 98 nolu çadırdayım, çağırın gelirim” diyor. Yüreğinden öperek teşekkür ediyor, işimize koyuluyorduk. Biz yardımcı olalım diye oradaydık, evlerimizde duramıyorduk, ellerimiz patlayasıya yük taşımak, ayaklarımız şişesiye koşturmak istiyorduk. Ancak o zaman bir faydamız olacağına inanıyorduk ve bir hafta boyunca da öyle çalıştık. Ama Maraşlılar öyle naif, öyle insani yaklaşıyorlardı ki, biz yardım ederek bir borcumuzu ödeyelim diyoruz ancak onların insanlıkları karşısında her seferinde yaptıklarımızı yetersiz görüyor, kendimizi parçalıyorduk. Nasıl yardım edebilirim diyen amcalar bizi bitiriyordu. Ya can amcam sen değil biz sana yardım etmeye geldik. Çalıştığımız her gün oradaki insanlardan inanılmaz dersler alıyorduk. Yemek dağıtırken biraz fazla yemek vermek istediğimiz insanların “sağ olun israf olmasın”, ya da “çadırda da var.” diye her geri çevirmesinde, gençlerle göz göze geliyor, Allah’ım nasıl bir yürekleri var diye şaşırıyorduk. İnsan şaşırmaya alışmaz mı, alışamadık. Çünkü her defasında daha şaşırtıcı insanlık değerleri karşımıza çıkıyordu. Aslında hepsi yaşamın kıyısında dolaşan hayatlardı. Zor şartlar, imkânsızlıklar, kaybedilen onca mal mülk. Hepsinden önemlisi, en sevdiklerinin kaybı. Gençlerimin gözleri doluyor, gönülleri doyuyordu. Ailesinden 38 kişiyi kaybetmiş, şükür içinde yaşama tutunan insanlar gördük. Sabır, şükür ve dua bu coğrafyayı kuşatmış. Bir yakınını kaybetmeyen hiç kimse yoktu. “Bir kaybınız var mı!” diye sormaya çekinir olduk. En teselli edici cümle, “birinci dereceden kaybım yok” idi. Bu insanların her derecedeki insana acısı aynıydı. Bizim çalıştığımız yer çadır bölgesi olunca enkazlar görmedik ama enkaz hayatlar gördük. Yeryüzü bir mektep, biz de öğrencilerdik. Enkazlardan da bir şeyler öğreniyorduk, hayatlardan da. Maraş’a sevaplar saçılmıştı, hep birlikte onları toplama yarışı içindeydik. Ne yapsan sevap biliyorduk, gençlerim hiç iş seçmiyordu. Çünkü yaptığımız her şeyi Allah rızası için yapıyorduk.
Yemeğini taşıyamayan teyzemizin elinden alıp çadırına kadar götürüyor, orada gördüğü bir eksikliği not ediyor, abi şu çadırda bunlar eksik nasıl hallederiz diye, hem gidişte hem gelişte hayra vesile olmaya çalışıyorduk. O kısacık çadıra gitme yolculukları, büyük dersler veriyordu. Hepimiz o dersi alma yarışındaydık.
Bir gün bir teyzemizin sadece yemek aldığını ve ekmek almadığını görmüş, “Teyze ekmek almadın” diye uyarmıştık. Teyze, şimdilik ihtiyacım yok, diyordu. Hâlbuki orada en büyük ihtiyaç oydu, sonra da tüketilebilirdi üstelik. “Teyze akşam ekmek kalmayabilir” diyoruz, “Oğlum ihtiyacı olan birisi alsın, israf olur, almayayım” diyordu. “Ahh gurban olduğum biliyor musun? Bizi deprem yıkmadı ama bu israf yıkar. Günlerce burada ekmekler topladım, kurutup sonradan tüketmeye, hayvanları beslemeye çalıştım” diyordu.
Bir amcamız gözümüze çarpıyor, üzerindekiler perişan ve ayakkabıları parçalanmış. Bizden ayakkabı istiyordu, kendisini koordinasyon merkezine götürmek, kıyafetlerini değiştirmek ve ayakkabısını deneyerek vermek istiyorduk. “Hayır evlat, benim ayakkabıya ihtiyacım var, siz kıyafetleri ihtiyacı olanlara verin”, diyordu.
Çocuklar, ya çocuklar! İkinci çikolatayı almıyor, “Başka çocuklar da alsın!” diyordu.
Meydana paletlerle suyu bıraktık, kimse yağmalamıyor, herkes ihtiyacı kadar alıyordu. Günlerce su bitmemişti. Çadırda kalan insanlar, zemin soğuk hava zehir gibi. Aslında kaldıkları yerde altlarına bir şeyler serseler, soğuğu kesebilirler. Çadır bölgesinde yapılacak etkinlik çadırları ve mescid için kamyonlarla strafor köpük getirildi. Birkaç gün çalışmalar devam etti ve o köpükler orada durdu, bir kişi de onları almayı düşünmedi. İnsanlar hiçbir malın mülkün sahibi kendileri olmadığını acı bir şekilde öğrenmişlerdi. Hatta canlarımız bile bize ait değildi. Canların da malların da mülkün de sahibi Allah’tı.
Böyle bir felaketi hiç kimse öngöremiyordu, bir anda insanlar evlerinden kaçmışlar ve soğuk havada spor salonlarına dolmuşlardı. Oradaki manzaraya hepimiz çok üzülmüştük. Bir spor salonuna üç yüz aile sığmış ve birbirleri ile iç içe yaşamak, yatmak zorundaydılar. Bu durum, kadınlar ve kızlar için çok zor oluyordu. Ellerinde kalan birkaç koliyle bariyer oluşturmaya çalışıyor ama mahremiyet konusunda manzara içler acısıydı.
Biz üç oda bir salon evlere sığamazken; bir çadıra birbirini tanımayan ailelerin sığdığına şahit olduk. Yine kadınların iç çamaşırı isteyemeyişine, eşleri utanarak gelip isteyişine, banyo yapacak yerlerin olmamasının kızlar ve kadınlarda nasıl büyük bir problem oluşuna da şahittik. Gözümüzün gördüğünü gönlümüzün hissettiklerini anlatmaya kelimeler yetmiyordu, Yaa Rabbi! Bu nasıl bir acizlikti! Burada binalar yıkılmıştı, birçok şey enkaz altındaydı ama insanlık dimdik ayaktaydı.
Çok ilginç bir şey gördüm; depremi yaşamayanlar, depremi yaşayanlardan daha çok saldırıyor, öfke kusuyor, bir şey yapın diye bağırıyordu. Hâlbuki depremzedeler bizimle tır indiriyor, mutfakta patates soyuyor, temizliğe yardım ediyordu. Kısaca sabrediyor, şükrediyor ve dua ediyordu.
Bir hafta ezan duymadık diye üzülen gönüller gördük.
Ama bir çocuğumuz yüreğimizi parçalıyordu. Tüm ailesini kaybetmiş ve bundan habersiz. Babasının ölümünü sala ile öğrenen küçücük yüreği, bu yükü nasıl kaldırıyordu!
“Abi sen dua biliyor musun? Ben üç tane biliyorum.” diyen Hifanur, duaları bize sayıyordu:
Birincisi Fatiha
İkincisi İhlas
Üçüncüsü de deprem duasıymış.
Zeynep teyze, “oğlum siz bizim sadece karnımızı doyurmuyorsunuz” diyordu. “Ne yaptık ki teyze” dediğimizde “bir şey istediğimiz zaman al demiyorsunuz, buyur diyorsunuz. Çalıştığınız her yeri temizliyor, israf etmiyorsunuz. Siz bizim ruhumuzu da doyuruyorsunuz”, diyordu.
Ramazan, gönüllü olarak bize yardım ediyor ve şöyle diyordu: “Hocam ben Van, Elazığ ve İzmir depremlerini gördüm ve elimden geldiğince yardımcı oldum. Ama siz gelip bize burada hizmet ediyorsunuz ya çok utandım. Ben yardım etmeyi para göndermek zannediyordum. Meğer elini tutmak, destek olmak, ayağa kaldırmak gerekiyormuş, Allah sizlerden razı olsun.”
Onca depremzede gördüm, inanılmaz gayret gösteriyor, yardım çalışmalarına katılıyordu. Maraş mı güzel insanlarla doluydu, yoksa hepsi bizim mi karşımıza çıkıyordu?
Zerre isyana şahit olmadık. Ama Allah’a teslimiyetlerine şahit olduk. İnsanlar ya büyük bir şokta ya da büyük bir imana sahip.
Kendisine yardım olarak verilen hurmaları kandil günü dağıtan Nisa kızımız, çay ikram ettik diye ailesi için aldığı tatlıyı bize veren Emir oğlumuz. Bölgede gördüğümüz güzelliklerin hangi birini sayalım! Burada insanlık fışkırıyor.
Tüm mahcubiyetler içinde, ilk kez bizim aşevi sayesinde yoğurt yiyen insanlar, patates kızartması, mantı, yumurta kuyruklarını görünce bizler elimizde olanlara ne kadar şükretsek azdır.
Şunu da belirtmek isterim ki, biz orada sadece kendimiz için bulunmuyorduk, sevdiklerimiz adına da oradaydık. Gelemeyecek durumda olanlar, yaşlılar ve hasta yakınlarımız için de oradaydık. Onların duaları ve maddi destekleri hep yanımızdaydı. Birçok büyüğümüzün ziyaretleri ve arkadaşlara verdikleri destek de kıymetliydi.
Hiç ismini duymadığımız ülkelerin yardım ekipleri, paketleri veya malzemelerini gördük.
İçimizde travmatik sevgiler oluştu. Kendi çocuklarımızı aramadan, sormadan günlerce çalışıyorduk. Burada insanlar birçok şeyini kaybetmiş, hayatları, hayalleri enkaz altında. Aslında hepimiz öldük, ama bir kısmımızı toprağa vermişler. Kalanlar yeni bir düzene ayak uydurmaya çalışıyor ve bu düzenin önemli bir noktasında biz varız. Yemek veriyor, ihtiyaçlarını tedarik etmeye çalışıyor, hal hatırlarını soruyorduk. Hatta akşamları birisinin çadırına konuk oluyorduk. Şimdi ayrılma vakti geldi. Kendimizi suçlu hissediyorduk. Onları alıştırdık ve yeni düzenlerinin bir parçasını ellerinden alıyormuşuz gibi. Hâlbuki en son, kaldığımız yerdeki kendi yatağımızı bir aileye vermiştik. Ayakkabılarımızı bıraktık. Üzerimizdeki kıyafetleri verdik, kısaca yüreğimizi bıraktık.
Kahraman şehir Maraş’ın benim için ayrı bir yeri oldu artık. Okuduğunuz bu yazı enkaz çalışma bölgesinden değil, aşevi yapılan çadır bölgesinden kaleme alınmıştır, belki çalışma yerlerine göre anlayışlar, davranışlar, kelimeler değişebilir. Siz bunları okurken ben, bu defa Gazi şehir Antep’te, psikososyal destek çalışmaları yapıyor olacağım.
Rabbim ülkemize, milletimize bir daha böyle bir acı yaşatmasın. Acı olaylar insanları daha fazla kenetliyormuş. Allah birlik ve beraberliğimizi bozmasın.
Vesselam…