Depremler ve Politik Yoksunluk

Bu açıklamalardan sonra şu soruyu gündeme getirmekte fayda var: Yıkıcı Kahramanmaraş depremlerinin üzerinden üç ay geçti ve biz deprem meselesini sahici bir biçimde tartışabildik mi?

Hüseyin Nasrullah İNAN

Kahramanmaraş merkezli yıkıcı depremlerin üzerinden üç ay geçmiş bulunuyor. Söz konusu felaket, peşi sıra iki büyük depremin birbirlerini takip etmesi ve depremin gerçekleştiği sırada halkın büyük bir bölümünün evlerinde bulunması sebebiyle çok yüksek düzeyde can ve mal kayıplarına yol açtı. Sıcağı sıcağına tespit edilemese de felaketin etki çapı ve boyutları günler geçtikçe ortaya çıkmaya başladı. Üçüncü ayına girdiğimiz felakette artık bir şeyler daha net görülebiliyor.

Bu kapsamda süreç içerisinde kamuoyuna hâkim tavırları üç döneme ayırabiliriz. Böylesine geniş çaplı bir felaketin ilk günlerinde tüm toplum, insanüstü bir seferberlikle insani yardımlarda bulunmaya gayret etti. Toplumun neredeyse her kesiminin gündeminde deprem bölgesine maddi yardımlarda bulunmak; belediyeler, devlet kurumları ve STK’ların gündeminde ise bu yardımları organize etmek ve sahaya ulaştırma misyonu vardı. Yıkıcı Maraş depreminin ilk dönemi büyük oranda tepkisel, ani ve yoğun duyguların hâkim olduğu bir periyottu. Bu dönemde İslamcı sivil toplum kuruluşları ve tarikat-cemaat yapılarının sahadaki koordinasyonu ve aktifliği en dikkat çeken başlıklardan biriydi. Öte yandan bu dönem, AFAD’ın bu denli geniş çaplı bir depreme karşı ne kadar etkin ve verimli olduğu bir tartışmadan haber veriyordu.

Deprem felaketinin ilk on gününden sonra belki felaketin toplumda bıraktığı duygusal yükün azalması ve medya organları tarafından 24 saat sürdürülen canlı yayınların ve artık hazırlanmış olan duygusal fon müzikli kliplerin etkisiyle siyasi çevreler artık devletin sahadaki etkinliği ve dolayısıyla olası afetlere karşı devletin hazır olup olmadığı meselesini gündeme taşımaya başladı. Deprem felaketinde ikinci dönem olarak adlandırabileceğimiz bu periyotta artık siyasiler tarafından eski defterler karıştırılıyor, imar barışı yasalarının nasıl bir ihanet içerdiğinden bahsediliyor, yeni yapılmış binaların depremde yıkılmış olması sebebiyle yapı denetimleri konusunda zafiyetler olduğu dile getiriliyordu. İktidar cephesi ise muhalefet belediyelerinin sahada aktif bir biçimde çalışmadığını ima ediyor, muhalefeti kentsel dönüşüm projelerinin gerçekleşmesine engel olmakla suçluyordu. Bu dönemde yıkılan binaların müteahhitleri yegâne suçlular olarak gözaltına alınmaya başlıyordu.

Yıkıcı depremin üçüncü dönemi ise artık felaketin üzerinden üç ay geçmiş olması ve genel seçim sürecinin daha önemli meselelerinin artık tüm gündemi belirlemesi, bölgede nispeten bir iyileşmenin başlaması, ayrıca medya organlarının da gündeminden çıkmış olması sebebiyle bir unutma dönemi olarak ele alınabilir.

Bu açıklamalardan sonra şu soruyu gündeme getirmekte fayda var: Yıkıcı Kahramanmaraş depremlerinin üzerinden üç ay geçti ve biz deprem meselesini sahici bir biçimde tartışabildik mi?

Deprem meselesinde hâkim çevreler tarafından gerçekleştirilen tartışmaları kentsel dönüşüm meselesi özelinde ele alalım. İktidar çevreleri muhaliflerin Hatay’da gerçekleştirmeyi planladıkları kentsel dönüşüm projelerinin önünde bir engel olarak yer aldıklarını arşiv video ve haberler eşliğinde sunuyor ve böylece muhalefeti hem icraat karşıtı olmakla suçluyor hem de Hatay’daki bilançonun paydaşı olarak gösteriyordu. Muhalefetin geçmiş dönemdeki kentsel dönüşüm projelerine karşıtlığının arkasında yatan sebepler ise daha çok Neo-Marksist bir bakış açısı ile iktidarın kentsel mekân üzerinden rant elde ettiği ve çıkar grupları oluşturduğuna yönelikti. Bir diğer önemli tartışma maddesi ise devletin ülkedeki acil durumların yönetimi ile sorumlu kurumu AFAD’ın örgütlülüğü ve acil durum hazırlıklarının yeterliliği hususundaydı. İktidar çevreleri havayolu ve karayolu ulaşım ağlarında yaşanan tahribatlar ve çetin kış şartlarının acil müdahaleye imkân tanımadığını öne sürüyor, ayrıca acil durumlarda felaket bölgesini destekleyecek çevre illerde de benzer yıkımların gerçekleşmiş olması sebebiyle sistemin iyi çalışamadığını ifade ediyor, depremin ölçeğine işaret ediyordu. Muhalefet cephesi ise ilgili kurumlara liyakatle atama yapılmadığını öne sürüyor, belirli Vali ve AFAD yöneticilerini hedef tahtasına oturtuyordu.

AFAD’ın koordinasyonu, eski yapı stokunun olası depremlere dayanıklılığı ve kentsel dönüşüm meselesi veya suçlu müteahhitler… Gündelik siyasetin gündemini oluşturan ana tartışmalar nihayetinde bizim daha güzel şehirlerde yaşamamız gibi bir meyve verecek mi? Burada asıl tartışmamızı yeni şehirler kurmak ve yönetmek meselesine yöneltmemiz gerektiği aşikâr. Şehirlerimiz bugüne dek şehir planlama disiplininde yağ lekesi olarak tanımladığımız türden plansız bir genişlemeyle büyüdü. Öyle ki şehrin nüfus yoğunluğu arttıkça o şehirde gerçekleşecek herhangi bir yatırımın da maddi değeri kat be kat artıyor. Bu bakımdan şehrin büyümesi iktisadi açıdan kısa vadede pek iyi bir şeydi. Bu motivasyonla şehirlerimiz uzun yıllar güzel yaşamın konusu olacağı yerde iktisadi büyümenin lokomotifi oldu. İnşaat sektörü ülkede hızlı ve suni bir kalkınmanın başrolünü üstlendi. Şehirlerimiz haksız ve orantısız kazancın merkezi oldu. Kentsel rant, iktidar, muhalefet tüm çevreleri cezbedecek düzeyde bire yüz veren verimli bir arazi gibiydi.

Kentsel nüfus yoğunluğunun sahip olduğu bu devasa kâr potansiyeli doğrusu Türkiye’de hükümetlerin bir şehircilik politikası olarak yeni şehirler inşa etme fikrini hiç akıllarına getirmeme sebebi olarak görülebilir. Yağ lekesi şeklinde büyüyen bir şehir öngören kentsel politikanın galaksi tipi kentleşme olarak tanımlanan, içerisinde beş bin, on bin, elli bin nüfusu barındıran ve kendi içerisinde bir kademelenmeye sahip olan, düşük yoğunluklu ve müstakil evlerden meydana gelen insani bir bütünlüğü niçin hiç aklına getirmediğine verilecek bir diğer cevap ise iktidarların bu fikri düşünüp bir stratejiye dönüştüreceği politik bir ufka sahip olmadığı iddiasında aranabilir. Politik yoksunluk olarak tanımlayabileceğimiz bu durum iktidarların yeni şehirler kurmak ve yeni bir şehircilik ufkuna sahip olmak konusundaki eksiği olarak görülebilir.

Buradan şu sonuca varılabilir: Galaksi tipi bir kentleşme mantığıyla arza yayılan güzel şehirler inşa etme fikri kısa vadede içerisinde çözülmeyi bekleyen ciddi zorlukları ifade eden, ilgi ve mesai bekleyen zahmetli fakat uzun vadede sonuçları itibariyle hayırlı bir iş. Yeni şehirler inşa etmek, yeni iş alanları meydana getirmek, bölgesel ölçekte iyi çalışan bir üst ölçek planlama meydana getirmek, alt ölçekte iyi çalışan bir mahalli idare vücuda getirmek gibi misyonları yerine getirecek yüksek politik ufku zaruri kılar. Bu politik ufuk da elbette arka planında güçlü bir ahlaki temele dayanmalıdır. Yağ lekesi şeklinde büyüyen adeta bir el bombası gibi patlayacağı günü bekleyen ve o patlayana dek sömürünün sahasına dönüşen günümüz Türk şehirlerini vücuda getirmek için yüksek bir ahlak ve geniş bir politik ufka sahip olmak zorunda değiliz.