Yeşil, doğrudan bir “yeşil sermayedir” bu ülkede. Hiç şüphesiz büyük bir servete sahip İsviçre bu serveti koruyabilmek için azami derece dikkatlidir. Mesela herhangi bir orman bölgesinde kafanıza göre mangal yapamadığınız gibi teşebbüs ettiğiniz takdirde yüklü para cezasına çarptırılırsınız. Sokaklar oldukça temizdir, yeşil alanların mülkiyeti büyük oranda korumadadır. Herhangi bir yere rastgele inşaat yapmak söz konusu değildir. Bunu seyahat ettiğiniz vakitte daha iyi idrak edebilirsiniz.
Zübeyir ŞEKERCİ

Müslümanların Batı’ya doğru ilerleyişleri ve Doğu Roma özelinde Avrupa devletleri için bir tehdit unsuru olarak görülmelerinden doğan Haçlı Seferleri; istenileni veremediği gibi Hristiyanların Kudüs’e giden yolunu da tehlikeye atmıştır. Seferler sonrası Kudüs rotası üzerindeki bölgelerde intizam yerini kaosa bırakmış, irili ufaklı haydutların etki sahası haline gelmiştir. Bu durum Tapınak Şövalyeleri’nin tarih sahnesine çıkışına sebep olmuştur. Süreç içerisinde başta Papa olmak üzere Hıristiyan devletlerinin rüzgârını arkasına alan tapınakçılar tarihte ilk kez ticari ilişkilerde kullanılan senet sistemini geliştirmişlerdir. Hacı adaylarına para karşılığı verilen özel mektup sayesinde yol güvenliği sağlanmıştır. Bu sayede hacılar tapınakçıların himayesinde ibadetlerini gerçekleştirmişlerdir.
Bugün, İsviçre’ye baktığımızda öne çıkan en önemli iki özelliğinden birisi tarafsızlığı iken ötekisi bankacılık faaliyetleridir. Şüphesiz bu iki özellik iç içedir. İsviçre’nin güçlü otonomisinin mihenk taşlarıdır. İsviçre’nin tarihi sürecine baktığımız zaman kuruluşuna dair birkaç teoriden söz edilebilir. Bu teorilerden birisi de kıyımdan kaçan Tapınak Şövalyeleri’nin İsviçre Dağları’nın eteklerine yerleşip zaman içerisinde bugünkü bankacılığın temellerini atmalarıyla ilgilidir. Teorinin kesin gerçekliği tartışılabilir ancak bugünkü bankacılık aklı şüphesiz tapınakçıların tecrübelerinden istifade etmiştir diyebiliriz. Üstelik bankacılık sistemi dışında ülke içerisinde kayda değer her şeyden maddi anlamda faydalanmaları da bir tapınakçı ahlakı olsa gerektir.
İsviçre, yeryüzünde yeşilin binbir tonunu barındıran ve hatta güneş ışınlarının yansıma açısıyla beraber bu çeşitliliği bir tabii şölen olarak izleyebileceğimiz bir coğrafyadır. Çıplak gözle, hiçbir filtre olmadan bakan bir insan şüphesiz hayret edecektir. Alp Dağları’ndan vadilerine, akarsulardan ovalarına değin ülke; boylu boyunca bir tabiat harikasıdır. Ancak bu tabii güzelliklerin her bir zerresinden maddi olarak bir kazanç sağlanmaktadır. Dağlardan ovalara uzanan tren yolları, çeşitli kayak merkezleri, kayık/sandal ile nehir gezileri ile bu kazanç daha da karlı bir hale gelmektedir.
Yeşil, doğrudan bir “yeşil sermayedir” bu ülkede. Hiç şüphesiz büyük bir servete sahip İsviçre bu serveti koruyabilmek için azami derece dikkatlidir. Mesela herhangi bir orman bölgesinde kafanıza göre mangal yapamadığınız gibi teşebbüs ettiğiniz takdirde yüklü para cezasına çarptırılırsınız. Sokaklar oldukça temizdir, yeşil alanların mülkiyeti büyük oranda korumadadır. Herhangi bir yere rastgele inşaat yapmak söz konusu değildir. Bunu seyahat ettiğiniz vakitte daha iyi idrak edebilirsiniz.
Ren Şelalesi’ne vardığımızda şelalenin yamacına gitmek için önce kayığa para vermiş ve sonrasında ise şelaleyi tam yakınından görmek için yine para vermiştik. Geçiş yoluna bir turnike konulmuş, ücreti ödeyenlere verilen bu biletle de geçiş sağlanıyordu. Nehrin tepesinde tarihi şato içinde ayrı bir ücret söz konusuydu ancak klasik Avrupa mimarisidir diye girmemiştik. Ancak sonrasında Sherlock Holmes filminin final sahnesinin çekildiği şato olduğunu öğrenince bir nebze üzülmüştüm. Başka bir sefere deyip pek de üzerinde durmak istememiştim
Tam bir sene sonra yeşilin vatanına tekrar gittiğimizde Lihtenştayn üzerinden Zürih’e varmıştık. Zürih’te arkadaşımızın teyzesine misafiri olmuş ve geceye kadar gurbetçi iki abimizin mihmandarlığında şehri dolaşmıştık. Zürih, merkezi bir şehir olması hasebiyle oldukça hareketliydi. Cumartesi günü olması bu hareketliliği daha da artırmıştı. Trafik yoğun, sokaklar aşırı kalabalık ve mekânlar hınca hınç doluydu. Avrupa’da tipik bir cumartesiydi aslında. Hafta boyunca süren monotonluk yerini fütursuzca eğlenceye bırakmıştı. Alkolün etkisinde yapılabilecek bütün yanlışlıklara şahit olabilirdiniz. Günah sirkülasyonunun yaşandığı bu şehirde biz; Türkiye’den, İslam’dan ve hayatın içinden bir muhabbete koyulmuştuk. Tarihi bir kilisenin önünde beş Türk, birçok önemli meseleyi ele almıştı o gün. Sonrasında ağabeylerle vedalaşmış, Zürih Gölü’nün kıyısında kamp kurmuştuk.
Sabah namazından sonra uyumamayı tercih etmiş, güneşin doğuşunu seyre koyulmuştum. Yalnız değildim, çeşitli yaş gruplarından birkaç kişi de uyanıktı. Bir yaşlı teyze uzun beyaz saçlarını bir genç kız edasıyla tarıyordu. Ölümle kurduğu bağlantı nasıldı acaba? Bir hayli yaşına rağmen bu denli genç hissetmek, belki de çabalamak, ölüme mesafeydi belki de.
Gündüz gözüyle Zürih’te dolaştıktan sonra Luzern’e varmıştık. Şehrin tarihi köprüsünü ziyaret ettikten sonra soluğu Lungern Gölü’nde almıştık. Lungern Gölü’nü ilk gördüğüm anda nutkum tutulmuştu. Uzungöl’ün daha duru ve canlı haliydi. Mavinin açık ve koyu tonuyla yeşilin katmerli hali insanı tefekküre sürükleyecek cinstendi. Bir iki saat kaldıktan sonra rotayı Lauterbrunnen’e çevirmiştik. Kamp alanı bir kantonun yamacındaydı. Akşama doğru çadırı kurduk ve kamp yerindeki ortak mutfakta yemek yapıp karnımızı doyurduk. Sabah uyandığımızdaki manzara oldukça etkileyiciydi. Kantonun çeşitli bölgelerinde zaman içerisinde oluşmuş şelaleler ve İsviçre bayrakları. İsviçre, bu güzelliğin sermayedarı olduğunu gösteriyordu adeta. Kanton çevresinde bir süre gezindikten sonra önce Thunersee’yi görmüş ve akabinde Blausee’yi ziyaret etmiştik. Bir tabiat parkı olan Blausee, çevresinde ince ve uzun ağaçların olduğu ve yamacında birçok yeşilin bulunduğu bir göl. Yağmurun ufak ufak yağdığı bir günde gittiğimiz için manzara çok daha cezbediciydi. İstanbul’dan getirdiğimiz bir paket çekirdek eşliğinde göl kenarında muhabbet etmiş ve İsviçre seyahatinin nihai rotası olan Alp Dağları’na doğru yolculuğa çıkmıştık. Geceyi İnterlaken’da geçirmiş ve ertesi gün Alpler’e ulaşmıştık.
Alp Dağları’nın eteklerinden Alp Buzulları’na doğru yolculuk yaparken irili ufaklı göllerin yanlarından geçiyorduk. Geceden yağmur yağdığı için havada sis vardı. Alp Buzulları’na vardığımızda tepeden dağların manzarasına karışan sis çok enteresan bir ahenge sahipti. İnsanlar araçlarını park edip manzaranın tadını çıkarıyorlardı. Tabi sonrasında buzullardan oluşturulan yapay buzul mağarasına doğru hareket ediyorlardı. Uzaktan koca bir çarşaf halinde görülen bu yapay mağara sermayedarlara bir başka turistik gelir kaynağıydı şüphesiz. Bu yapay mağaradan daha dikkat çekici olan şey buzulların oluşturduğu sarı ve yeşilin tuhaf bir karışımını andıran göllerdi. Arkadaşımın söylediğine göre buradaki buzullar erime hızı en yüksek olanlarmış.
Veda vakti gelmişti. Sislerin çekilmesiyle kendini daha da berrak gösteren Alpleri bir süre daha doyasıya izlemiş ve bu yeşil beldeden ayrılmıştık. Tabiat ayetlerini doyasıya hissettiğimiz bu beldeye bir daha gelebilme arzusuyla Allah’a ısmarlamıştık.