İhtişam ve ihanetin, yükseliş ve düşüşün ikiliğinde El Hamra bize birçok şey söylemektedir. İslam mimarisinin en büyüleyici eserlerinin başlarında gelmesinin yanı sıra İbn Haldun, kendisi 1363-65 arasında saray mensubudur, Mukaddime’sinde Nasri hanedanlığını ve özelde sarayın şatafatını sert şekilde eleştirmiştir.
Zübeyir ŞEKERCİ
Sabah erkenden kalkmış, randevu saatine yetişmek için hızlıca hazırlanıp yola koyulmuştuk. İnternet sıkıntısından ötürü rotada sorun yaşamış ancak dolambaçlı da olsa El Hamra’ya kavuşmuştuk. Yaklaşık üç dört sene önce “Elveda Endülüs: Moriskolar” belgeselini izlediğimde ihtişam ve hüznün, kaos ve insicamın düalizmini müşahede etmiş ve yerinde görmek adına niyetlenmiştim. Nitekim nasip olmuştu; Endülüs’ün kalbinde, El Hamra’daydım.
El Hamra Sarayı, Gırnata Nasri Emirliği kurucusu Muhammed bin Nasr el Ensari’nin, hem stratejik konumundan hem de dokuzuncu yüzyılda inşa edilen kalenin olmasından ötürü Sierra Nevada Dağları’na mesken bir şekilde önceki kalenin devamı olarak inşa edilmiştir. Daha sonra gelen hemen hemen her hükümdar yapıya bir yenilik getirmiş ve bugünkü halini Birinci Yusuf ve Beşinci Muhammed döneminde kazanmıştır. 720 metreye 200 metrelik bir arazide yer almaktadır. Alcazaba, Nasri Sarayları, Beşinci Charles Sarayı, Medine ve Cennetül Arifin olmak üzere beş ana bölümden oluşan devasa kompleks içerisinde koca bir tarih ihtiva etmektedir. Tavan süslemeleri, geniş bahçeleri, portakal ağaçlarıyla ve Al Bayzin manzarasıyla kadim tarihin günümüzdeki iz düşümü. El Hamra bir sarayın ötesinde içerisinde ticaretin, önemli kutlamaların ve ilmi müzakerelerin olduğu bir hayat alanıydı.
Endülüs mimarisinin günümüze yansımalarını daha net şekilde görebileceğimiz Nasri Sarayları’nda toplam dokuz kısım bulunmaktadır. Karşılama Avlusu’ndan Kızlar Kulesi’ne değin her bir köşede ahşap işçiliğinde “La Galibe İllallah/Allah’tan başka galip yoktur” ayeti celilesi kendini göstermektedir. Bunlardan günümüzde oldukça dikkat çeken “Aslanlı Avlu” da bulunmaktadır. 12 adet aslan heykelinin üzerine kondurulmuş bir havuz bulunduğu için bu ismi almıştır. İslam sanatında “heykel”in meşruiyetine dair bu havuz üzerinden çeşitli tartışmalar gerçekleşmiştir.
Günümüzde müze statüsünde olan yapıya günde ortalama 6000 kişi ziyarette bulunmaktadır. İnternetten esere özel siteden rezervasyon yapılmaktadır. En az bir iki hafta önceden randevu almayı düşünemediğimiz için randevular dolmuştu ancak nasibimize iptal edilen randevular yetişmiş ve saraya adımımızı atmıştık. Taha Kılınç Abi’den geziye dair tavsiye aldığımızda “El Hamra’ya en az iki üç saat ayırırsınız” ifadesine ispat olarak yaklaşık 5-6 saat doya doya dolaşmıştık. Eserin büyüklüğü yanında ince işçiliği, geniş bahçeleri, Arap şiirinden kesitleri ve her bir köşede Allah’ın ayetleri bizi kendine hayran bırakmıştı. Dünyanın her bir yerinden gelen turistler ve ziyaretçilerin arasında özellikle Uzak Doğu’dan yoğun ilgi vardı. Elbette tarihi merakın yanında eseri şahsi kamerasından gezen insanların sayısı da azımsanmayacak kadar vardı. Eserin kendisiyle çıplak göz aracılığıyla bir rabıta kurabilme imkânını modern dönemin “gösteri/ş” heyulası “gönderi/paylaşım” engelliyordu. “Orada bulundum, şurada fotoğrafım var” hissiyle yahut “Bir daha gelemezsem” fikriyle kameranın çıplak gözün önüne geçme durumu evrensel bir problem. “Fotoğraf bizim fethetme duygumuzu karşılar (tatmin eder)” ifadesi gezdiğimiz yerlerin/mekanların/şehirlerin bizle kurabileceği ilişkiyi ironik bir şekilde zedelemektedir. Nitekim El Hamra’da gördüğümüz “manzara” canlı bir örneklik teşkil etmişti.
İhtişam ve ihanetin, yükseliş ve düşüşün ikiliğinde El Hamra bize birçok şey söylemektedir. İslam mimarisinin en büyüleyici eserlerinin başlarında gelmesinin yanı sıra İbn Haldun, kendisi 1363-65 arasında saray mensubudur, Mukaddime’sinde Nasri hanedanlığını ve özelde sarayın şatafatını sert şekilde eleştirmiştir. Portakal ağaçlarının sadece görüntü ifade edip yenmediğini, bu şekilde tutumun lüks tutkunluğu olduğunu belirtirken hanedanlığa da “çürümüş ve yoldan çıkmış” demiştir. Nitekim en şaşalı dönemin ardından Endülüs medeniyetinin varlığının nihayete ermesi de Nasri Hanedanlığı eliyle olacaktı.
2 Ocak 1492’de Gırnata surlarının önünde Katolik hakimiyetini ve Endülüs’te Müslümanların varlıklarını nihayete erdiren devir teslim gerçekleşmişti. Şehri teslim eden Ebu Abdullah (Batı’daki ismiyle Boabdil) gözyaşlarını akıtırken annesi tarihi bir ifadede bulunmuştu: “Erkekler gibi savunmadığın bir toprak için, şimdi kadınlar gibi ağla bakalım!”. Tahtı elde tutmak için Müslümanlara karşı asker göndermek yeterli olmamış ve II. Ferdinand ile İsabel’in hükümranlığı başlamıştı.
El Hamra’dan çıkarken hediyelik eşya dükkanlarına uğramıştık. Çıkış kapısında yan yana yedi sekiz dükkân vardı. İlk dükkâna girip bir şeyler aldıktan sonra karşıdaki dükkâna yönelmişken Ömer yan dükkândan Kur’ân sesinin geldiğini söylemişti. Biraz yaklaşıp kulak kesildiğimizde gerçekten hoparlörden Kur’ân sesi geliyordu. Selam verip içeri girmiş, abiyle tanışmıştık. Dükkân sahibi Fas, Şavşavanlı. “Mavi binaların olduğu yer” diye izah etmişti. Kendisine oraya seyahat etmek istediğimi ancak bunu ziyaret amaçlı olacağını özellikle belirtmiştim. Sohbet esnasında Ömer’in hafız olduğunu öğrendiğinde gıpta etmişti. Kendisinin de hafızlık tecrübesi olduğunu ancak tamamlayamadığını söylemişti. Alışveriş ve sohbetin ardından ayrılmak üzereyken kendisine yakınlarda namaz kılabileceğimiz mescidin olup olmadığını sorduğumuzda “Et Takva Camii’ni” tarif etmişti. Kur’ân tilaveti bizi müslüman bir tüccardan alışveriş yapmaya vesile kılmıştı.
Vedalaşıp ayrılmış ve kaldığımız yere dönmüştük. Bir süre sonra yemek yemek için bir gün önce gittiğimiz küçük bir Arap lokantasına gitmiştik. Şavurması oldukça lezzetliydi, menüde “Türkish Pizza” yani lahmacun da vardı. Yemek sonrasında şehri adımlarken bir yandan da günümüzdeki haline odaklanmıştık. Modern binaların kadimle iç içeliği, alkol ve eğlence mekanlarının Reconquista’yı hatırlatan heykelleri ve Mağrib’ten göçmüş görece bir avuç Müslümanın hayat mücadelesi Gırnata/Granada şehrinin hülasasıydı. Vaktin geç olması ve olanca yorgunluktan ötürü Elbayzin’i ziyaret edememiştik. Bir başka sefere deyip ertesi sabah Endülüs’ün kalbine veda edip uçurumun kenarındaki “Ronda”ya doğru yola koyulmuştuk.