Bu merkez caminin dışında Müslümanların yoğunlukta olduğu mahallelerde küçük mescitler, beş vakit namaz kılınan yerlerdir. Alfama bölgesinde üzerinde helal yazısı bulunan irili ufaklı pek çok büfe ve lokantaya rastlamak mümkün. Öğrencilerin bir kısmı Lizbon kalesini ziyaretten sonra bu küçük lokantalarda kifâf-ı nefs yapma fırsatı buldular.
Mülayim Sadık Kul
Besmele, hamdele ve salveleden sonra.
Bir hafta boyunca bir zamanlar İslâm toprakları olan Portekiz’de gezip gördüklerimizi, öğrenip düşündüklerimizi yeniden tefekkür ederek yazıya geçirelim istedim. Malum Portekiz’in güneyi, Endülüs Döneminin Batı Yakası. Diğer bir ifadeyle, Batı Endülüs (el-Ğarb el-Endelüs). Bugün de hala ğarb kelimesi Algarve şeklinde biraz Portekiz şivesine uydurularak kullanılmaya devam ediliyor. Bizim Lizbon’da başlayan yolculuğumuz daha çok bu Algerve adı verilen Güney Portekiz üzerine yoğunlaştı. Zira bu topraklar Lizbon ve Kuzey Portekiz’e nispetle daha uzun süre İslâm hâkimiyetinde kaldığı için İslâm ve Müslümanların izini bu bölgede sürebilmek daha mümkün. Yaptığımız ziyaretler de bunun açık örnekleriyle dolu. Rabbim salih bir amel olarak yapıp yazdıklarımızı bereketlendirsin.
Bir zamanlar Müslümanların insanlık ve medeniyet tarihinin neresinde durdukları ve bugünden bakıldığında zaman içerisinde neyi kaybettiklerinin fark edilmesi, yaşadığımız anın/çağın en önemli vazife ve vecibelerinden biri olsa gerek! Bu vazife sadece hamâsî duyguları kamçılamak adına değil, özellikle de kaybettiğimiz kimlik ve varlık gayemizin yeniden inşası için elzemdir. Varlık sebebimizin ve gerçek kimliğimizin keşfedilemediği bir zaman dilimi, sadece Müslümanlar için değil tüm varlık âlemi ve insanlık adına büyük bir kayıptır. Nedvî’nin “Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti” adıyla Türkçeye tercüme edilen muhteşem eseri, bu anlamda ufuk açıcı önemli bir kaynaktır. Ama her şeyden önce bugüne şahitlik eden biz Müslümanların neyi kaybettiğimizi fark etmemiz gerekiyor.
Âlemde dengenin yeniden kurulabilmesi, insanı ve Yaratan’ı merkeze alan kalıcı bir medeniyetin inşası, ancak bu bilincin yeniden ihyasıyla/elde edilmesiyle mümkündür. Dolayısıyla her amelinde Müslümanın gönlünde taşıdığı aslan, bu niyet ve yeniden diriliş olmalıdır. Kendi tarihimizle ve daha doğrusu kendimizle tarih aynasında yeniden yüzleşebilmek? Bu gerçeği tespit eden çok, ama gerçek manada kendimizle yüzleşebildiğimizi söylemek halen çok zor. Zira geçmişimizle yüzleşip hesaplaşabilseydik, bugün ümmet olarak bu durumda olmazdık.
Bunu başarabildiğimiz nispette varoluş gayemize uygun, ebedi saadeti kazandıracak bir iş yapmış oluruz. Şu acı gerçeği de idrak etmek zorundayız: Bizim yeryüzünde temin edemediğimiz insan onuruna yakışan adalet ve barışı, bizim dışımızdakilerden, yani temeli tevhid olmayan diğer din ve medeniyetlerden beklemek, ham hayalden öte bir mana ifade etmez. Biz bunu başaramazsak, bu şeref elbette sahibini mutlaka bulur. Hayırlı ümmet olmak hiç kimsenin, hiçbir milletin uhdesinde tapulu değil!
Kendi açımdan bu seyahat vesilesiyle öğrendiklerimin ne kadar kıymetli bir hazine olduğunu itiraf etmeliyim. Yıllarca kitaplardan öğrenmeye çalıştığınız bilgilerle bir hafta gibi kısa bir sürede bu geziler esnasında öğrendiklerinizi karşılaştırdığınızda meşhur soru akla gelebiliyor: Çok gezen mi yoksa çok okuyan mı daha iyi bilir?
İnsanın ayne’l-yakîn müşahede etmesiyle sadece bilgi olarak yani ilme’l-yakîn öğrenmesi arasında dağlar kadar fark olduğu tartışma götürmez bir hakikat. Elbette bunun bir üst derecesi olan hakke’l-yakîn için sadece böyle bir haftalık gezi programı elbette yeterli değil. Bizatihi halkın arasına katılıp orada yerli halkla birlikte yaşamak, eskilerin deyimiyle onlarla hemhal olmak gerekir. Her şeye rağmen bu gezi hem kendi açımdan hem de programa katılan öğrencilerimiz açısından çok faydalı oldu.
Rehberimiz Anna (Zeynep) Hanımefendinin ihtida etmiş bir Portekizli olmasının bunda büyük bir rolü olduğunu unutmamak gerekir. Gerektiğinde programda ufak değişiklikler yaparak bizim taleplerimize ve öğrencilerimizin beklentilerine daha uygun hale getirmeyi ustalıkla başardı. Herhangi başka bir rehber olsaydı, hem bu kadar esnek hem de İslam ve Portekiz’in İslam geçmişi hakkında bu denli bilgili ve ilgili olmayabilirdi. Faslı bir Müslümanla evli olması da iki kültür arasındaki benzerlikleri bilmesinde önemli bir etken olsa gerek.
Yolculuk Başlıyor
TAP Portekiz Havayollarına ait uçağımızın yaklaşık 17.40 gibi kalkması gerekiyordu. Biz her zamanki gibi eşimle erken saatte gelmiştik havaalanına. Yarım asrı geçen yaşlarımız artık gereğinden fazla telaş ve strese izin vermiyor diyebiliriz. Düsseldorf havaalanından kalkan uçağımız, Portekiz’in başkenti Lizbon’a sağ salim indi.
Sağ salim diyorum, yani sonuç itibariyle. Yoksa Lizbon’a yaklaştığımızda ciddi bir hava boşluğuna yakalanarak teknik tabirle iyi bir türbülansa girdik. Bunun bir benzerini yıllar öncesinde İtalya ve Sicilya’ya yaptığımız yaz okulu seferi esnasında yaşamıştık. Kimi arkadaşlar duyulacak şekilde sesli olarak şehadet getiriyor, kimi Kur’an okuyor kimi de gözlerini kapatmış bu durumun geçmesi için -ya da kim bilir- geçmiş günahlarına tevbe ederek dua ediyordu. İtalya seferinde bu hadise tam da Etna yanardağının yanından geçtiğimiz bir esnada vuku bulmuştu. Her neyse, bir taraftan Etna yanardağını seyretmeye çalışırken diğer taraftan bu şiddetli türbülansı yaşamak farklı bir tecrübeydi.
Bu türbülansla birlikte yaşadığımız tedirginlik hali bana Kur’an’da anlatılan benzer manzaraları hatırlattı. Hani denizin ortasında fırtınaya yakalanınca tevbe edip Allah’a yalvaran insanlar, karaya ayak basıp tehlike geçince, verdikleri sözleri, yaptıkları duaları unutup, sanki hiçbir şey olmamışçasına eski normal hayatlarına kaldıkları yerden devam ediyorlar ya, işte o manzaraları. Bu ayetlerden birini hatırlamakta fayda mülahaza ediyorum. Sadece yolculuklarda değil, başımıza herhangi beklenmedik bir sıkıntı geldiğinde Rabbimin hatırlattığı bu uyarılar gözümüzün önüne gelmeli.
Bu uyarılardan birisi şöyledir: “Onlar bir gemiye bindikleri zaman (fırtına korkusuyla), kendisine içten bir inanç ve bağlılıkla Allah’a yakarırlar; fakat onları sağ salim karaya çıkardığında bakarsın ki yine Allah’a ortak koşuyorlar.”[1]
Aslında bu tür yolculuklar, ders alabilenler için önemli bir uyarı/terapi niteliğindedir. Ölümün size ne kadar yakın olduğunu bizzat yaşayarak tecrübe ediyorsunuz. Hayatınızı bu uyarıyı dikkate alarak devam ettirdiğiniz takdirde her yolculuk ayrı bir hidayet ve rahmet vesilesi olacaktır. “Yolculuk yapın, sıhhat bulun.”[2] hadisini, belki de bu anlamda yorumlayabiliriz.
Lizbon
Rehber hanımefendi elinde bizim ilahiyatın logosunu taşıyan bir pankartla bekliyordu. Rehberimizin eşliğinde bindiğimiz otobüs Lizbon’da kalacağımız otelin önünde durdu. Burada üç gece kalınacaktı. Otel odamızdan denizi görebilmek güzel bir duygu. Dünyanın küçültülmüş bir örneğidir otel odaları. Hani Rasûl-i Ekrem Efendimizin dünyayı, yolculuk esnasında insanın bir müddetliğine dinlendiği bir ağaç gölgeliğine benzetiş metaforu gibi. Yolcu olduğunu unutarak bir insanın tutup o ağaç gölgesini kendine daimi mesken etmesi ne kadar abes ise, bizlerin dünyayı, otel odası örneğinde olduğu gibi, ebedi kalacağımız bir vatan gibi addetmemiz de o kadar abes değil midir?
Antik dönemde Olissipo diye adlandırılan şehir, Müslüman yazarlar tarafından el-Üşbûne, el-Esboniye, Leşbûne gibi farklı şekillerde kaydedilmiş. Portekizliler bugün Lisboa olarak yazdıkları bu ismi eski ismine yakın Lişbua şeklinde telaffuz etmekteler. Dolayısıyla birçok şehir gibi burası da Müslümanlardan kalan eski ismiyle anılmaktadır. Üşbûne, Endülüs fâtihi Mûsâ b. Nusayr’ın oğlu Abdülaziz b. Mûsâ tarafından 716 yılında fethedildi. Bu şehir, 1139 yılında ilk Portekiz kralı Alfonso Henriques tarafından ele geçirilmesine kadar İslâm hâkimiyetinde kaldı. Bu dönemde inşa edilen pek çok cami, hamam ve tarihi eserden günümüze kadar hiçbir iz kalmamış olması, üzerinde düşünülmesi gereken bir bahsi diğer. Şehrin İslâm hâkimiyeti döneminde mevcut beş kapısından biri olan Hâmme adlı doğu kapısı, bugün Alfama ismini taşımaktadır. Ziyaretimizde muhkem bir tepeye kurulmuş olan tarihi kaleye bu isimle anılan dar sokaklardan geçerek tırmandık.
Şehir hakkında tarihi önemli bir bilgi de meşhur 1755 depreminde tamamen yerle bir olan şehrin yeniden tasarlanarak bugünkü halini aldığıdır. Dolayısıyla, bugünkü Portekiz’in ve özellikle de Lizbon şehrinin altyapısı ve mimarisi, bu depremin etkileri göz önünde bulundurularak şekillenmiş.
Son yıllarda üniversitelerde kurulan İslâm ve tarih araştırmaları enstitülerinin yaptığı çalışmalarla İslâm dönemine ait izler yeniden gün yüzüne çıkarılmaktadır. Portekiz’de İslâm ve Arap kültürüyle ilgili çalışmalar yapan önemli kuruluşların başında, 1942 yılında vefat eden, Endülüs tarihi ve sömürgecilik dönemi Arap-İslam dünyası uzmanı David Lopes adına Lizbon Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde oluşturulan Instituto de Estudos Árabes e Islâmicos David Lopes’dir.
Mértola şehrinde yaptığı kazılarla İslâm kültürüne ait kalıntıları ortaya çıkararak 2023 Avrupa Tarihi Ödülüne layık görülen diğer önemli bir arkeolog ve bilim adamı, Claudio Torres’tir. Mértola Archaeological Site (CAM) adlı enstitünün kurucusu olan bu araştırmacı, hayatını bu küçük kasabadaki İslâm eserlerini ortaya çıkarmaya adamış ve büyük ölçüde başarılı da olmuştur. Onun başını çektiği toplam 45 yıl süren kazılarla İslâm dönemine ait pek çok eski yapı ve tarihi eser ortaya çıkarılarak bir kısmı kurulan Mértola İslam Eserleri Müzesi’nde teşhir edilmektedir. Bizler de bu şehri ziyaretimizde bu müzeyi de gezme imkânı bulduk.
Avrupa ülkelerine nispetle istatistiklerin ortaya koyduğu sayı ve orana bakıldığında Portekiz kendi nüfusu içerisinde en az Müslümana sahip ülkedir. Bu az sayıdaki İslâm toplumu, daha çok 1950’lerin sonu ile 1960’ların başlarında eski sömürgeler Mozambik ve Gine Bissau’dan gelen Müslümanlardan oluşmaktadır. 1968’de resmen tanınan Comunidade Islamica de Lisboa adlı bir İslâm merkezi kuran Mozambikli Müslümanlar, 1979-1985 yılları arasında da Lizbon Merkez Camii’ni (Mesquita Central de Lisboa) inşa ederek faaliyete geçirmişlerdir. Müslümanlar genelde Odivelas ve Laranjeiro gibi Lizbon’un dış mahalleleriyle Laures, Vila Franca, Porto, Almada, Portimão, Coimbra, Algarve’de yaşamakta, Évora ve Silver gibi şehirlerde yeni topluluklar ortaya çıkmaktadır.
Bu merkez caminin dışında Müslümanların yoğunlukta olduğu mahallelerde küçük mescitler, beş vakit namaz kılınan yerlerdir. Alfama bölgesinde üzerinde helal yazısı bulunan irili ufaklı pek çok büfe ve lokantaya rastlamak mümkün. Öğrencilerin bir kısmı Lizbon kalesini ziyaretten sonra bu küçük lokantalarda kifâf-ı nefs yapma fırsatı buldular.
Son yıllarda ise başta Fas olmak üzere diğer Kuzey Afrika Arap ülkelerinden, Senegal, Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Afganistan gibi ülkelerden Müslümanların bu ülkeye hicret ettikleri bilinmektedir. Bir haftalık gezi boyunca bu saydığımız ülkelere ait pek çok Müslümanla karşılaşma imkânı bulduk. Yakın gelecekte buradaki İslâm topluluğunun daha da büyüyeceğinin işaretlerini her yerde görmek mümkün. Önündeki tek engel ya da tehlike, tüm Avrupa’da artan İslamafobi ve aşırı sağ eğilimler. Son zamanlarda Avrupa’nın tamamında görülen bu eğilim ve trendin maalesef Portekiz için de geçerli olduğunu rehberimiz aracılığıyla öğrenmiş olduk.
Portekiz’in kendi sömürge geçmişiyle alakalı tecrübesi ve günlük hayatta dil ve kültürlerinde taşıdıkları İslâm ve Müslümanlara ait sembollerin çeşitliliği, onların İslâm’la ilişkilerinde bir avantaj olarak görülebilir. Diğer bir ifadeyle bu ülke ve insanlarıyla kurulan sağlıklı ilişki ve diyaloglarda aslında kendilerine ait olan İslami geçmişleri, onları rahatsız etmeyecek bir tarzda gündeme getirilebilir. Mimariden çini sanatına, günlük geleneksel alışkanlık ve hayat tarzından dil ve edebiyata kadar birçok alanda bu tarihi izleri görmek bugün bile mümkün.
Mesela yel değirmenlerinin aslında Müslümanlardan kalma bir gelenek olduğu son araştırmalarda ortaya çıkmıştır. Yine ev bacalarının küçük birer minare şeklinde olması, rehberimizin de işaret ettiği gibi sıradan bir tesadüf olamaz. Endülüs şairlerinin dil aracılığıyla kullandıkları motifler ve hayata ait örnekler, İslâm ve Müslümanlara ait yeni bulgu ve bilgilere işaret etmektedir. Birçok şehir amblemlerinde kullanılan hilal ve sarıklı sultan figürleri bunun açık bir işaretidir.
Dolayısıyla İspanya ve Portekiz yani bizim eski Endülüs, keşfedilmeyi bekleyen hazine ve sırlar diyarıdır. Ortaya çıkarılabilenler, olanın çok küçük bir parçasıdır. Bunu yapacak olanlar, elbette bu işe bilgisiyle katkı sağlayacak her alana ait farklı branşlardaki bilim adamları olmak durumundadır. Bunların olabilmesi ise yine bu alanda yapılacak çalışma ve araştırmaları destekleyecek gerek devlet düzeyinde desteklenen üniversite ve benzeri kurumlar, gerekse bu çalışmaları finanse edecek ve örgütleyecek özel araştırma enstitüleri ve vakıflardır. Ama her şeyden önce gerekli olan, böyle bir çalışmayı maddi ve manevi olarak motive edecek ve yürütecek bir ufkun varlığıdır.
Balkanlarda ve bir çok ülkede TİKA’nın yaptığı hizmetlerin ne kadar anlamlı olduğu ortadadır. Ama bazen de büyük işlerin başarılabilmesi Fuat Sezgin ve Muhammed Hamidullah ayarında ruh ve gayrete sahip ilim adamlarının varlığına bağlıdır. Önemli olan, bu insanları yetiştirecek vasatın ve imkânların bir şekilde hayata geçirilmesidir. Küçük tekil iş ve kavgaları bir tarafa bırakıp büyük doğumlara vesile olacak uzun vadeli medeniyet inşa edici ve tüm insanlığı kuşatıcı külli işlerle meşgul olmak gerekmektedir. Bunu yapacak malzeme de ufuk da bizde var aslında. Fuat Sezgin Hoca tüm ömrünü ve gayretini bizdeki bu potansiyeli harekete geçirmek uğruna feda ettiğini defalarca ifade etmiştir. Bunun yolu da özgüven, gayret ve iman üçlüsünden geçmektedir.
Hicret ederek bu ülkeye gelen Müslümanların dışında yerli Müslümanlar da her geçen gün sayıca artmaktalar. Rehberimizin verdiği bilgiye göre kendi gibi İslâm’ı kendine yeni bir din ve hayat tarzı olarak seçenlerin oranı henüz az olsa da sürekli artma trendinde. Kendi ihtida sürecini de bizlerle paylaşan Zeynep Hanım, tecrübelerini ve sonrasında yaşadıklarını büyük bir mutlulukla bize aktardı. Allah’ın kendisine her safhada nasıl yardım ettiğini misallerle açıkladı. Dolayısıyla İslâm’ı kendine hayat tarzı olarak seçmek isteyenlere bunun zannedildiği kadar zor olmayıp Allah’ın kulunun yanında olduğunu unutmamak gerektiğini ısrarla hatırlattı. Daha önce kapalı olduğu halde rehber olarak çalışabilmek için başörtüsünü çıkarmak zorunda kaldığını üzülerek ifade etti. Gazze katliamını ilk günden beri kınayarak Gazzeli mazlumların yanında duran Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in bu toprakların çocuğu olduğunu unutmayalım.
Yaşadığımız dönemin kendine has problemleri ve çözüm yolları olduğu aşikârdır. Biz hem kendi saadetimiz, hem de tüm insanlığın dünyevi ve ebedi mutlulukları için Allah’ın özel seçtiği insanlarız. Bu görevi bize hatırlatan pek çok ayet ve hadisi burada serdetme imkanımız yok. Ama unutmamamız gereken görevlerimizden biri de, Portekiz gibi nice coğrafyaların Allah’ın dinine davete acilen muhtaç olduğudur.
“Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!” (Nahl, 125) ayetini şiar edinenlere müjdeler olsun!
[1] Ankebut, 65
[2] Ahmet b. Hanbel, 3/280; Aclunî, 1/445