Özgürlük ve barış umudu veren Mahmud Abbas’ın çabalarıyla durdurulan İntifada, Filistinlilere gerçek siyasal temsilcilerini seçmek için bir fırsat yaratmıştı. 2006 serbest seçimlerinde HAMAS’ın ezici galibiyeti hiçbir şekilde sindirilemedi. Sadece İsrail değil, başında Abbas’ın da olduğu el-Fetih örgütü ve bölgedeki Müslüman ülkelerin iktidarları da bu sonucu bir türlü kabullenemedi. Yeni oluşan millet meclisinin faaliyetleri durduruldu. Aynı Cezayir’de yaşandığı gibi bu durum, halkın demokratik tercihlerine indirilen bir darbeydi. O gün bu gündür Filistin’in seçilmiş meclisi toplanamıyor.
Mehmet Ali BÜYÜKKARA
Prof. Dr., Marmara Üni., İlahiyat Fak.
II. Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası düzen Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılması ile birlikte revizyona uğradı. Soğuk Savaş artık sona ermişti. ABD öncülüğündeki tek kutuplu yeni sistemin temel dinamiklerini liberal demokratik normlar ve piyasa ekonomisi oluşturmaktaydı. Buradan daha adil, daha hür, dolayısıyla barış içinde bir dünya tahayyül edilmekteydi. Şöyle ki; otoriter rejimler, yerlerini demokratik olanlara bırakacaktı. Buna bağlı olarak, serbest seçimlerle halkın sesine kulak verilecek, parlamenter sistemler tüm ülkelerde işlerlik kazanacaktı. Temel insan hakları, yeni gelen normların yardımıyla ödünsüz korunacaktı. Gelişecek bir sivil toplum, bu hakların korunmasının garantisi olacaktı. Küresel ticaret ve ekonomik entegrasyona paralel şekilde kaydedilecek gelir artışı, dezavantajlı halkların refahını sağlayacaktı.
Bu hedef ve beklentilerin hiçbiri gerçekleşmedi. Konumuz olan İslam dünyası için tam tersine gelişmeler yaşandı dersek hata etmiş olmayız. Bunun sebeplerini burada tartışmak bu yazının konusu dışındadır. Asıl konumuz şu soru etrafında şekil almaktadır: 1990 sonrasını kapsayan bu yeni düzende Müslümanların payına düşen, onlara reva görülen neydi ve Müslümanlar buna nasıl tepki verdi? Filistin meselesi söz konusu mağduriyetlerin belki merkezinde olabilir. Ancak küresel ölçekte bir değerlendirme yapmadan, tek başına Filistin meselesini ele almak bizi doğru sonuçlara götürmeyebilir.
1991’i milad alırsak İslam dünyası hangi trajedileri yaşadı?
Afganistan’da Sovyet işgali, İslami hareketlerin zaferiyle sonlamıştı fakat ülke yıkıcı bir iç savaşın içine girmişti. İstikrarsızlığa siyasal bir çare olarak birinci Taliban emirliği ortaya çıktı. Fazla zaman geçmeden gerçekleşen 2001 Amerikan işgali, mevcut istikrarsızlığı derinleştirdi. Tam yirmi yıl sürecek ikinci bir iç savaş başlamış oldu. Bu haliyle bölge “İslami terörizm” adı verilen kontrolsüz fikir ve yapılanmaların merkezi haline geldi. Müslim ve gayrimüslim birçok ülke, bu terör hareketlenmelerinden doğrudan veya dolaylı etkilendi.
1991 yılında Cezayir’de demokratik serbest seçimlerde İslami Selamet Cephesi büyük bir zafer kazandı, ancak Fransa’nın başını çektiği uluslararası emperyal baskı güçleri Cezayir devletine bu sonuçları tanımaması kararı aldırdı. İslami bir hareketin meşru siyasal kazanımı böylece bir darbeyle sıfırlanmış oldu. Ülke yıkıcı bir iç savaşın girdabına girdi. İç savaş, dini aşırılığa yol verdi. Bu durum 2002 yılına dek sürdü.
Yugoslavya’nın dağılmasından sonra halkının çoğunluğu Müslüman olan Bosna-Hersek, diğer eski Yugoslavya bileşenlerinin yaptığı gibi 1992’de bağımsızlığını ilan etti. Merkez ülke Sırbistan, bu ilanı tanımadı ve Bosna’yı işgal etti. Ancak diğer cumhuriyetlerin bağımsızlığına Batı merkezli uluslararası sistemin verdiği destek, Bosna-Hersek’ten esirgendi. Ülke üç yıl süren şiddetli bir savaşın içine girdi. Birleşmiş Milletler’in müdahaleleri sonuç alıcı değildi. BM “güvenli bölge” ilan ettiği yerlerde bile Müslümanları koruyamadı. Sadece Srebrenitza’da -Hollanda barış gücüne rağmen- beş gün içinde 8500 kadar Müslüman katledildi. Bu tam bir soykırımdı. Yüz binlerce kişi evini terk etmek zorunda kaldı.
Aynı yıllarda benzer bir trajediye maruz kalan diğer bir ülke Somali oldu. ABD, istikrarı sağlamak ve genel açlık problemini sonlandırmak için 1992’de bölgeye geldi. Fakat her şey daha kötüye gitti. ABD çekildiğinde Somali eski durumundan daha iyi değildi. “İslami terörizm” diye etiketlenen yapılanmalar, bu müdahalenin hemen ertesinde ortaya çıktı.
Sovyetler’in dağılmasının ardından Çeçenistan Müslümanlarının bağımsızlık ilanı ve bunun akabinde Rusya’nın Çeçenistan’ı 1994-1996 yıllarındaki birinci; 1999 sonrasındaki ikinci işgali çok maliyetli bir savaşa yol açtı. Dünyanın demokrasi havarisi sayılan ülkeler, ortaya çıkan bu büyük trajediye sessiz kaldılar.
1978’deki Camp David antlaşması Filistin’e özgürlük ve barış getirmemişti. Bilakis her şey daha kötüye gitmişti. On yıl sonra, 1987’de başlayan İntifada, bu düzene karşı büyük bir halk tepkisiydi. Bu kitlesel tepkinin sahibi ve yöneticisi olarak 1988’de HAMAS kuruldu. İntifada’yı bitiren Oslo Antlaşması da bir sonuç vermemişti. Özellikle Yahudi yerleşimciler ve Kudüs konusunda verilen sözler yerine getirilmedi. Garantörler ve Birleşmiş Milletler, kınamaların ötesinde bir cevap veremedi. Neticede 2000 yılında İkinci İntifada başlayacaktı.
Özgürlük ve barış umudu veren Mahmud Abbas’ın çabalarıyla durdurulan İntifada, Filistinlilere gerçek siyasal temsilcilerini seçmek için bir fırsat yaratmıştı. 2006 serbest seçimlerinde HAMAS’ın ezici galibiyeti hiçbir şekilde sindirilemedi. Sadece İsrail değil, başında Abbas’ın da olduğu el-Fetih örgütü ve bölgedeki Müslüman ülkelerin iktidarları da bu sonucu bir türlü kabullenemedi. Yeni oluşan millet meclisinin faaliyetleri durduruldu. Aynı Cezayir’de yaşandığı gibi bu durum, halkın demokratik tercihlerine indirilen bir darbeydi. O gün bu gündür Filistin’in seçilmiş meclisi toplanamıyor.
Özetle, 1990-2000 arası süreçte Müslümanlar işgalin her türlüsüne uğradılar. Birleşmiş Milletler ve NATO’nun güya tarafsız müdahaleleri, Müslümanları daha güç durumlara soktu. Birçok katliam yaşandı. Ayrıca çeşitli iç savaşlarla ülkeleri baştan aşağı tahrip edildi. Cezayir ve Filistin’de yapıldığı gibi, halkın uluslararası normlardaki demokratik tercihlerine saygı gösterilmedi. Benzer şekilde Türkiye’de, 1997 yılında 28 Şubat Post-modern Darbesi, seçim kazanmış olan bir İslamcı partinin iktidardan uzaklaştırılması hadisesiydi.
11 Eylül 2001 sonrası düzen
11 Eylül sonrası uluslararası düzen bahsi geçen bu statükoyu daha da kalıcı hale getirmiştir. Büyük mağduriyet, sıkışmışlık ve çaresizliğin üretmiş olduğu radikalizmin el-Kaide ve türevleri elinde teröre kayması, uluslararası düzenin Müslüman ülkelere gayrimeşru müdahalelerinin bahanesi olmuştur. Bu nedenle Afganistan ve Irak işgal edilmiştir. Filistin’de HAMAS’ın demokratik kazanımlarının yok sayılması, aynı bahanenin sonuçlarındandır.
Büyük bir küresel medya kampanyasıyla aynı dönemde Müslümanlar insanlığın gözünde şeytanlaştırılmış, İslamofobi güç kazanmıştır. Bundan beslenen ya da bunu bahane eden aşırıcılık, mesela Hindistan’da, Myanmar’da Müslümanları büyük mağduriyetlere maruz bırakmıştır. Çin devleti yine aynı bahaneyle ülkesindeki Müslüman toplumların temel insani haklarını ellerinden alan politikalar başlatmıştır. İsrail’in uluslararası arenada gittikçe pervasızlaşmasını, adeta şımarmasını, Hitler Almanya’sını andıran faşist uygulamaları yürürlüğe koymasını tüm bu gelişmelerden bağımsız değerlendiremeyiz.
2010 Arap Baharı ve sonrası
2010 sonrası Arap Baharı diye adlandırılan Ortadoğu’daki özgürleşme ve demokratikleşme süreçleri, İslam âlemi için yeni umut kaynağı olacaktı. Nitekim devrilen diktatörlükler ve sonrasındaki demokratik seçimlerle oluşan yeni statüko, bölge halkları için geleceğe dönük güçlü bir umudu yeşertmiştir. İsrail tehlikesini ileri sürerek ulusal güvenlik adına kendi halkına baskıcı yöntemleri dayatan ama Filistin halkı lehine ve İsrail aleyhine en ufak bir icraatta bulunmayan diktatörlükler artık yoktur. Müslümanların bir kısmını terör yöntemlerine sevk edecek nedenlerin birçoğu artık etkisini kaybetmiştir. Bu zaman, tam da Filistin sorununu yeni oluşan siyasal bahar ortamında daha adaletli bir zeminde yeniden ele almak zamanıdır.
Ancak tüm bu umutlar tekrar sönecek, Arap Baharı “kışa dönecektir”. Zira Bahar ile ortaya çıkan yeni statüko, İsrail’in lehine bir statüko değildi. Bu konuda ABD ve Batı ikna edilmiştir. Diğer taraftan Körfez monarşileri Arap Baharı’nın kendilerine vereceği zararın idrakindedir.
Sonuçta, karşı devrimlerle bazı ülkelerde demokratik yönetimler uzaklaştırılmış, Mısır ve Tunus’ta olduğu gibi diktatörlükler geri gelmiştir. Libya, Yemen ve Suriye’de olduğu gibi bazı ülkeler iç savaşın içine girmiştir. Bu geriye dönüşü meşrulaştıracak bir aparat olarak IŞİD icat edilmiş, bunun için uygun koşullar hazırlanmıştır. İhvan-ı Müslimin gibi, en-Nahda gibi, HAMAS gibi hareketlerin, şiddeti bir seçenek olmaktan çıkarma, siyasal taleplerini çoğulculuk ve uzlaşma ekseninde arz etme yönünde yapmış oldukları kendi iç açılımları ve siyasal revizyonları bu şartlarda manasız kalmıştır. Terörü bırakmış olan silahlı hareketlerin “muraja’a” adını verdikleri itidal yönlü revizyon ilanları, bu yüzden bir zafiyet ve hatta İslam’a ihanet şeklinde algılanmaya başlanmıştır.
Yani bölge tekrar kaostadır. ABD daha güçlü bir şekilde Ortadoğu’dadır ve en önemlisi İsrail çok daha güvendedir. Dolayısıyla daha pervasızdır, daha şımarıktır, dünyanın sağduyusuna kulakları daha kapalıdır. Siyasi çözüm umutları hepten yok olmak üzeredir.
Sünni İslam dünyasının krizini de ayrıca buraya not düşelim. Türkiye bir NATO ülkesi olması hasebiyle İsrail aleyhine manevralara hiç müsait değildir. Suudi Arabistan’ın kadim İhvan ve İslamcılık alerjisi ve ABD’yle gittikçe gelişen ittifakı İsrail aleyhine tüm siyasal seçenekleri yok etmektedir. Mısır’ın ise durumu zaten ortadadır. Bu durumda İsrail karşısında duruyor gibi görülen tek ülke İran’dır. İran’ın Sünni siyasal güçlerle genelde iyi gitmeyen ilişkileri her halükarda İsrail’in lehine sonuçlar vermiştir. İsrail kendi karşısına İran’ı ve vekillerini koyarak bir taraftan milli güvenlik kaygısı söylemiyle Batı’nın desteğini arkasına almakta; diğer taraftan İslam âleminde güçlü, sonuç alıcı ittifakların oluşma ihtimallerini aşağı çekmektedir. Netanyahu’nun çevre ülke yöneticilerine söylediği “koltuklarınızı kaybetmek istemiyorsanız sesinizi çıkartmayın” sözü bu bakımdan oldukça manidardır.
Gazze Aksa Tufanı
Aksa Tufanı, bu bahsettiğimiz sürekli kendini tekrar eden İslam âleminin çözümsüzlük ve çaresizlik kısır döngüsüne bir son verme, Müslümanları uyarıp silkeleme hamlesidir. Bu yüzden çok değerlidir. Peki, bu hamle ile ne amaçlanmıştır?
İsrail’in askeri kabiliyetlerinin abartılmaması gerektiği, pekâlâ mağlup edilebilecek bir güç olduğu başta Müslümanlara, sonra da dünyaya gösterilmek istenmiştir. Dünya kamuoyunca unutulmaya yüz tutan Filistin meselesi dünyanın gündemine tekrar getirilmiştir. Arap dünyasının, özellikle Körfez yönetimlerinin İsrail’in tüzel varlığını tanıma, onunla ittifaklar oluşturma planlarını bozmuştur. Bu ülkelerin “kendi halklarına ters düşerek” aynı gayeyle politika üretmeleri bundan sonra daha zor olacaktır. Tufan’ın estirdiği rüzgâr, Müslüman dünyanın önüne özgürlük ve onur için fedakârlık ve savaşın nasıl olması gerektiği yönünde emsalsiz dersler getirmektedir.
İlaveten Aksa Tufanı, “İslami terörizm” ile sürekli yaftalanan, ama aslında anti-kolonyalist ve vatan savunmacı bir hareket olan HAMAS’a dünya kamuoyu nezdinde bir meşruiyet kazandırmış, aleyhindeki algılara en azından soru işaretiyle yaklaşılması gerektiği kanaati hâsıl olmuştur. Küresel çapta İslamofobik algıya maruz kalan kitlelere “yeniden düşünme” imkânı ve fırsatı sunulmuştur. İsrail’in iç siyaset dengeleri bozulmuştur. İsrail’i irrasyonel şekilde ve gözü dönmüş tarzlarda katliam yapmaya sevk eden unsurların en önemlisi olan Yahudiliğin bazı teolojik unsurlarının dünya kamuoyunda bilinir olması mühim bir neticedir. “Seçilmiş insan” tezinin yol açacağı tehlikeler daha görünür hale gelmiştir.
Bu arada Aksa Tufanı Siyonist yerleşimcilerin gelecek planlarına ket vurmuş, ayrıca İsrail vatandaşlarının huzur ve güvenliğine son vererek Gazze ve Batı Şerialıların yıllardır yaşadıkları tedirginliği İsraillilere yaşatmıştır. Küresel bir boykot bilinci yaratarak İsrail’in finansal destekçilerine zarar verecek bir potansiyeli harekete geçirmiştir. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi dünyanın büyük emperyal güçlerinin İsrail’e destek vermeleri neticesinde, sorunun sadece Siyonizm olmadığı, Siyonizm’in emperyalizme eklemlendiği, dolayısıyla tehlikenin çok daha büyük olduğu gözler önüne serilmiştir. Bu bakımdan, Fransız İhtilali sonrası dünyaya arz edilen ve evrensel olduğu söylenen hak, adalet, insanın dokunulmazlığı, demokrasinin vazgeçilmezliği gibi klişe söylemlerin içi boş retorikler olduğu daha büyük kitlelerce anlaşılmıştır.
Gazze’de mücadele devam ediyor. Burada sıraladığımız kazanımlara özelde Filistinlilerin, genelde Müslümanların lehine yeni maddeler ekleneceğine, tüm ağır maliyetine rağmen Aksa Tufanı’nın çok daha verimli neticeler üreteceğine, buradan hayırlı bir hâsıla çıkacağına ve bu hasılanın ümmetin bugünü ve geleceğine faydalar sağlayacağına kuvvetle inanıyorum. Bu faydaların en büyüğü ve önemlisi ise, yeni bir adil dünya düzenine kapı aralayacak fırsatları insanlığa sunması olacaktır. Bu ise öncelikle İsrail’in ne pahasına olursa olsun durdurulmasıyla gerçekleşecek bir hedeftir.